MEKKE’YE DOĞRU

 

MEKKE-İ MÜKERREME
Önceki sohbetlerimizde Peygamber şehri Medine-i Münevvere’den ayrıldıktan sonra, Zülhüleyfe’de ihramlarımızı giymiş ve umreye niyet etmiştik. Ardından da tekbirler, tehliller ve salevatlar eşliğinde Mekke’ye doğru yola koyulmuştuk. 
Hac deyince, öncelikle ihram ve telbiye akla geliyor.
İhram: “İzar” ve “Rida” denen iki parça beyaz kumaşa deniyor. 
Erkekler Hac ve Umre yaparken, kefeni andıran bu iki parça kumaşa bürünmeleri gerekiyor. Dikişli bir giysi kesinlikle yasak. Bayanların üzerlerindeki elbise ise, ihram yerine geçiyor. Telbiye de, “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel hamde venni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek” (Buyur Allah’ım buyur. Tekrar tekrar icabet sana. Senin ortağın yoktur. Emret! Hamd, sana mahsustur. Nimeti veren sensin. Mülk senindir. Senin benzerin ve ortağın yoktur.) duasından ibaret.
Mekke-i Mükerreme’ye varıp otelimize yerleştikten sonra, ilk iş olarak tavaf ve sa’yımızı yapmak üzere, edep tacını takıp, hayâ kemerini kuşanarak Mekke ile sembolleşmiş olan ve yeryüzünün ilk mabedi bulunan Kâbe-i Muazzama’ya yöneliyoruz.
Bâyezid-i Bistami Hazretleri Bağdat’tan Mekke’ye 12 yılda varmıştı. Çünkü attığı her adımda 2 rekat namaz kılıyordu. Kâbe’ye varmaya yüzüm yok diyerek, Mekke’de bir yıl boyunca,  tevbe istiğfar, taat ve ibadetle o büyük ziyarete hazırlandıktan sonra, Beytullah’a ancak vardı. 
Nereye gittiğimizin farkına vararak, bastığımız toprağın altında nice peygamberin yattığını düşünerek, her bir yanı vahye konu olmuş Mescid-i Haram’ a doğru ilerlerken, insanın şöyle bir titremesi ve ürpermesi gerekiyor. Heyecan yine dorukta. Gözümüz hiçbir şeyi görmüyor. Çünkü bugüne kadar hep kartpostallarda ve filmlerde gördüğümüz ve:
Sen ki ey Mescid-i Haram!
Kokun gelir buram buram
Uçan kuştan seni soram,
Lebbeyk lebbeyk nidasıyla. 
Diye uğruna şiirler yazdığımız Beytullah’ı artık çıplak gözle görebileceğiz. Ona dokunup karşısında dua edebileceğiz. Pervane olup etrafında tavaf edebileceğiz. “Lebbeyk! Buyur Allah’ım! Sen çağırdın ben geldim” diyebileceğiz.
Biliyoruz ki, kişinin Kâbe’yi ilk gördüğü anda yapacağı dua reddolunmuyor. Bir yandan telbiye getirirken, diğer yandan hafızamızda yapacağımız dua canlanıyor. 
Nihayet Beytullah’ın karşısındayız. Hz. Peygamber:
 “Semanın kapılarının açıldığı ve duaların kabul edildiği dört zaman vardır. Bunlar, mü’minlerin Allah yolunda düşmanla karşılaştıkları, yağmurun yağdığı, namaz kılındığı ve Kâbe’nin görüldüğü anlardır” buyuruyor. Şimdi biz de bu anlardan birindeyiz.  
Uzaydan bakıldığında Kâbe’nin etrafında dağlar görülmektedir. Bu dağların tamamı, Kâbe-i Muazzama’ya doğru secde etmiş vaziyettedirler. 
  Biz bir yandan Kâbe’ye doğru ilerlerken, bir yandan da Mekke tarihi ile ilgili kısa bilgiler takdim edelim: 
Mekke şehrine, “Ümmü’l- Kura” Şehirlerin Anası deniyor. Beyt-i Mamur, Kâbe’yi, Kâbe Mekke’yi, Mekke de diğer şehirleri doğurmuştur. Kur’an-ı Hâkim’de “ekin bitmeyen bir vadi…” olarak nitelendirilen bu coğrafyaya “Vâdi-i İbrahim” de deniyor. Çünkü İbrahim Peygamber, eşi Hz. Hacer ve oğlu İsmail’i oraya bıraktığı zaman şu duayı yapmıştı: “Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki, bu nimetlere şükrederler.”(İbrahim, 37)
Necip Fazıl, Mekke’nin dağ ve taşla dolu olan fiziki durumuna bakarak; "Allahu Teâlâ burada insan gözüne hitap edecek hiçbir şey yaratmayarak, tüm kalpleri kendine teveccüh ettirmiştir"der ve Mekke-i Mükerreme’ye ilk varışını şöyle resmeder:
 “ Cidde’nin çelik bir levha gibi düz ve parlak hava alanına, bir nâr-ı Beyza -beyaz ateş- müstevisine (düzlüğüne) ayak basarcasına sağ ayağımı kondurdum.
Ne demek?
Peygamber ikliminin kapı eşiğine ayak atıyordum ve bütün melekelerim yerinde olduğu halde kendimde değildim. Kenarları yıldırımla yontulmuşcasına sivri girinti ve çıkıntılar içinde dağlar, tepeler ve kayalar, bana Peygamber ikliminden mahrem manalar fısıldıyor ve içimi haşyetle dolduruyor. Maddeye katiyen kutsiyet kondurmaksızın, O’nun nazarına değmiş, O’nun iklimini şekillendirmiş olmak imtiyazı bakımından, yerlere kapanasım ve kumları öpe öpe Mekke’ye uzanasım geliyor.” 
  Burası kervanların geçtiği güzergâhta olduğu için, Yemen’den gelen Cürhümlüler’in orada suyu görüp, Hz. Hacer Validemiz’den izin isteyerek yerleşmeleriyle, Mekke şehrinin de temelleri atılmış oluyordu. Hz. İsmail büyüyünce Cürhümlülerden Arapçayı öğrenecek ve onlardan bir kız ile evlenecektir. Eğer hatırlayacak olursak, biz daha önce, Esseyyid Ahmet Mirza’nın Mekke ve Medine şehirleri hakkındaki değerlendirmesini vermiştik. Allah(cc) indinde dünyanın en önemli iki yerinden birindeyiz artık ve Cenâb-ı Hakk’ın Beytini ziyarete gidiyoruz. 
  Medine’de nasıl Rasülüllah’ın misafiri idiysek, burada da Cenâb-ı Mevlâmız’ın misafiriyiz. Bu bilinç ve islâmi şuur, edep ve saygı içerisinde, dilimizde dua, zihnimizde tefekkür, gönlümüzde tezekkür ve teşekkürle ilerlemekteyiz. Nahifi’nin şu beytini hatırlıyoruz:
“Kime ki Kâbe nasip olsa Hüdâ rahmet eder
 Her kişi hânesine sevdiğini davet eder.” 
“Ya Rabbi!” diyoruz. Sana sonsuz şükürler olsun ki, misafirlerin listesine beni de kaydettin ve ben acizâne kulunu yüce makamına -Kâbene-  davet ettin. Sana karşı mahcubum ben Ya Rab! Kulluğumu hakkıyla yerine getiremedim. Pek çok günahımla birlikte huzuruna geliyorum ve İbrahim Ethem’in sana yalvardığı gibi sana yalvarıyor ve diyorum ki: 
İlâhi abdükel âsi etâka, Mugırran bizzünûbi fekad deâke
Fein tağfir feente ehlün lizâka, Vein tedrut fe men yerham sivâke…”  (Allahım! Âsi kulun günahlarnı itiraf ederek dua ile sana geldi. Eğer affedersen bu Senin şanındandır. Affetmezsen bana kim merhamet eder?)
Artık yıllar boyu hasretini çektiğimiz, Hacca uğurladıklarımıza gıpta ettiğimiz, günde beş defa kendisine yöneldiğimiz Kâbe-i Muazzama karşısındayız. Gözlerimiz yuvasından fırlarcasına Kâbe’yi doya doya temaşa ediyoruz ve gözlerden boşalan inci, mercan eşliğinde ellerimizi semaya açıp duaya başlıyoruz.
Hadislerde Kâbe’yi ilk gördüğümüzde ettiğimiz duaların,  kabul olunacağına dair müjdeler var. Biz de durduk Kâbe’nin karşısında, içimizden ne geliyorsa, gönlümüzden ne geçiyorsa,  Hz. Peygamberimiz ve tüm peygamberler için, kendimiz için, çoluk çocuğumuz için, ana babamız,  eş, dost ve akrabalarımız için, konu komşumuz, vatanımız, milletimiz ve tüm yeryüzü Müslümanları için yapıyoruz dularımızı.  
KÂBE’Yİ KISACA TANIYALIM
  Şimdi tavaf etmeye başlayacağız. Yeşil ışığın hizasına ve Hacerü’l-Esvet karşısına vardık. Ancak tavafa başlamadan önce Kâbe’yi tanıyalım. Ardından hep birlikte tavaf edelim, hem de tavaf ederken kare kare dini, tarihi ve sosyal dokuyu özümseyelim. Çünkü 2011 Temmuz’unda Kâbe’nin ikinci katında kalabalık bir umre kafilesine, burada yazdıklarımı orada, bizzat yerinde anlatmıştım. Mekkede kalınacak son akşamdı. Ertesi gün Medine’ye gidilecekti. Sohbet bittikten sonra, birçok kardeşimiz geldi ve üzüntülerini ifade ederek: “Hocam! Keşke bunları siz bize bir hafta önce anlatsaydınız. Sizi dinledikten sonra, kendimizi bir test ettik. Maalesef bunları bilmeden dönüp durmuşuz Kâbe etrafında bir haftadır” dediler. 
Elbette tavaf yapmak boşuna dönüp durmak değildir. Rabbimiz maalkusur kabul eder inşallah. Ama bir ibadeti bilerek, adap ve erkân içinde, zarftan mazrufa, cesetten ruha yönelerek amacına uygun yapmak, elbetteki daha çok takdire şayan olacaktır. Peygamberimiz:"Hac menâsikini benden alın, benden gördüğünüz gibi yapın” buyurdu. Bir başka hadisinde de, "Makbul haccın karşılığı ancak cennettir" müjdesini verdi.
Peki, O (sav)  nasıl bir Hac ve Umre yapmıştı?  Tavaf ve Sa’yı nasıl yapmıştı?  Bunları yaparken nerede, hangi hareketi göstermiş ve nerede hangi duayı okumuştu? Şayet bunları bilmezsek, nasıl O’nun gibi Hac, ya da Umre yapabiliriz ki? Hacc’ın ve umre’nin makbul ve mebrur olabilmesi için, Müslüman gereken hassasiyeti azami şekilde göstermelidir.
 "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan mübarek ve âlemler için hidayet kaynağı olan Kâbe’dir" ayeti, bize Kâbe’nin yeryüzünde yapılan ilk mabed olduğunu haber veriyor.  İlk defa melekler tarafından inşa edilen ve Hz. Âdem ile oğlu Şit (as) tarafından yeniden yapılan Kâbe, Hz. Nuh tufanından sonra, aynı temeller üzerine Hz. İbrahim ile oğlu İsmail(as) tarafından tekrar yapılmıştır. 
Çeşitli sebeplerle yıprandığı için, değişik zamanlarda ve değişik kişiler tarafından onarılan ve tekrar yapılan Kâbe, en son bugünkü haliyle, Osmanlı Sultanı IV. Murat tarafından 17. Asır ortalarına doğru yaptırılmıştır. Çevre düzenlemesi de her onarımda yeniden yapılmış ve genişleye genişleye bu günkü konuma gelmiştir ki, bugün aynı anda 1,5 milyon müslüman’ın namaz kılabileceği devasa bir alana genişlemiştir. Kur’an’ın: "Kim oraya girerse emin olur"   ifadesiyle, Mescid-i Haram’ın emniyet içinde kutsal bir mahal olduğunu anlıyoruz. 
 


E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir