REKTÖR AZMİ ÖZCAN: “ÖĞRETMEN MAZERET DEĞİL MAHARET ÜRETMELİ”

 Bilecik Bilim Sanat Merkezi Toplantı Salonu'nda gerçekleşen seminerin 3'üncü gününde Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan, öğretmen ve müdürler ile bir araya geldi.

 

“Hayatı bir öğrenme süreci olarak algılarsak hep beraber hayatımızı zayi olmaktan kurtarırız”

15-19 Aralık 2014 tarihleri arasında 5 gün süreyle toplamda 30 saat olmak üzere devam etmekte olan Eğitim Yönetimi Semineri’nin konuşan Prof. Dr. Rektör Prof. Dr. Azmi Özcan; 33 senedir öğretmenlik mesleğinde olduğunu ifade ederek “Dolayısıyla eğer kabul buyurursanız aynı camianın bir mensubu olarak sizlere meslektaşlarım diye hitap ettim. İnşallah karşılıklı olarak derin bir beraberliğimiz olur. Beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Şüphesiz bazı saatlerde bazı konuşmalar sıkıcıdır ama ne var ki hayatı anlamlı kılanda bu konuşmalardır, bunlardan birbirimize sağlayacağımız desteklerdir, tecrübe aktarımıdır.” dedi.

“Bizi diğer canlılardan farklı kılan da esas itibariyle bu tecrübenin bir sonraki nesle, başkasına aktarımıdır.” diyen Özcan sözlerine şöyle devam etti:

 “Başka canlılar bunları insiyaki olarak yaparlar ama insanlar öğrenme yoluyla bu tecrübeyi aktarırlar birbirlerine ve hayatı bir öğrenme süreci olarak algılarsak hep beraber hayatımızı zayi olmaktan kurtarırız.

Öğrenci için en zor olan şey hocanın sınıfa girip çocuklar kendinize bir soru sorun ve onu cevaplayın. Dimi? Hepimiz bunu tecrübe etmişizdir. Benim için de en zor sohbetlerden birisi olacak. Çünkü sevgili Milli Eğitim Müdürümüz. Hocam biz bizeyiz. Dolayısıyla gönlünüzden ne kopuyorsa bir hasbi al edelim ama genel çerçevemiz bu dedi. Bu zor tabi çünkü fasulyenin faydaları dediğimiz zaman hemen kafamızda bir şablon oluşuyor ve o şablon üzerinden gidiyorsunuz. Böyle bir geniş katılım ve böyle bir geniş konu olunca bazen daldan dala atlayabiliriz ama ne kadar da daldan dala atlamaya çalışsam ağabeyim kadar yapamam. O birkaç daldan birkaç dala atlıyor.

 

“İlim yolculuğu beni dünyada hiçbir zaman hayal edemeyeceğim ufuklara, imkanlara götürdü”

Dünyanın en şanslı insanıyım. Çünkü çok erken yaşta mahir öğretmenlerin ellerine düştüm. Yoksa kendi oğlumdan biliyorum. Belki olabilecek en haylaz öğrencilerden birisi olurdum. Oğlumun da öğretmenlerini aramızda görüyorum. Onlar için de teşekkür ediyorum, kızımın da öğretmenleri aramızda.

Çok erken yaşta hayatın anlamıyla ve insanoğlunu bekleyen sorumluluklarla ilgili bana öyle etkileyici yön çizmişler ki aşağı yukarı ilkokul 5’ten itibaren sürekli bir okuma sürecine girdim ve kendi dönemimde piyasada bulunabilen yerli, yabancı dünya klasikleri adına her şeyi okuyarak devam eden bir süreci yaşadım. Tabi okudukça da ister istemez başka tecrübelerin size kazandırdığı geniş açılımlar ve ufuklar oluyor ve bir dönem sonra da doğal olarak kendinize bir yön çiziyorsunuz. Her ne kadar öğretmenlerim benim Fen Bilimlerine gitmemi istese de ama kendimi sosyal alanda daha elim hissettiğim için Sosyal Bilimlere yöneldim ve çok erken zamanlarda bu ülkede varlığımızla eğer bir çeşitlilik kazandırabileceksek kabiliyetim olduğunu düşündüğüm ya da kendimi emin hissettiğim alanlarda bu toplumun tarihini, tarihi kodlarını anlayabilmek için, bu coğrafyada yaşanan olayların perde arkasını kavrayabilmek için pek çok konunun, alanın dışında özellikle tarihi, ilahiyatı, hukuku, iktisadı bilmenin gerektiğini hocalarım bana öğrettiler ve bu alana kanaliz etti. Normal ve informal olarak uzun yıllar bu konuda çalışıyorum, çalışmaya devam ettim. İlim yolculuğu beni dünyada hiçbir zaman hayal edemeyeceğim ufuklara, imkanlara götürdü. Böyle ben dünyanın her yerini dolaştım, bazı ülkelerde hocalık yaptım. Yine bir başka ülkede hocayken kader bizi Bilecik ile buluşturdu ve bunda da bir hayır vardır diyerek burada yolculuğa başladık, aşağı yukarı 7 senemiz tamamlanmak üzere. Dolayısıyla da pek çoğumuzla aşinalığımız buradan geliyor.

 

“Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki bu bizim tercihimiz olmayabilir ama bugün buradayız ve bu coğrafyada dünyanın tarihinin yazıldığı yer”

Ben buradan bu yolculuğun bana başkalarını paylaşmak adına neler kazandırdığını anlatmaya başlayayım. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki bu bizim tercihimiz olmayabilir ama bugün buradayız ve bu coğrafyada dünyanın tarihinin yazıldığı yer. Ve bu coğrafyada ayakta kalabilmek ya da bulunabilmenin o kadar ağır bedelleri var. Bazılarımız farkında olarak bunu ödüyoruz bazılarımız farkında olmadan bunu ödüyoruz. Fakat tarihin verilerine göre bilinen zaman içerisinde bu coğrafyada bizim kadar uzun kalabilen başka bir millet olmamış ve bunun bedeli de hepimizin aşina olduğu, her gün şahit olduğu şeyler. Moğollar Türkistan coğrafyasında bizim atalarımızı rahatsız edip batıya sürdükleri zaman 3 kola ayrılmışlar. Bir kısmı Hindistan’a gitmiş çok erken dönemlerde oralarda kendi devletlerini kurmuşlar Hindistan Türk devleti. Benim de asıl uzmanlık alanlarımdan birisi. İlk kuruluş tarihi 1200. Bir kısmımız Kafkasya’ya gitmiş, orada ilk Müslüman Türk devletini kurmuşlar. Bulgarlar, daha sonra Hazarlar ve bir kısmımız da Anadolu’ya gelmiş Selçuklular, Osmanlılar. Bu 3 koldan bugün hayatta kalan sadece Anadolu. Hem Hindistan düşmüş kaybedilmiş, hem Kafkasya düşmüş kaybedilmiş. Şöyle bir düşünün hemen kuzeyimizde Kırım 1000 yıldan sonra kaybedilmiş. Balkanlar 500 yıl sonra kaybedilmiş, bizim kültürümüzün bir başka mirası İspanya 800 yıl sonra kaybedilmiş. Afrika, Ortadoğu ve Afganistan o coğrafyada şu süreçte kaybedilmekte. Tarihte hayat boşluk kabul etmiyor. İhmal ettiğiniz zaman mutlaka sizin yerinizi başka kültürler ve medeniyetler dolduruyor. Peki milleti bu yolculuk da kim ayakta tutacak, kim yaklaşan tenkit ve tehlikelerden onları mahsur kılacak ya da onları tedbirli olmak için uyaracak? Şu dağın ardında bir ordu var diye kim seslenecek? Ufukta bir fırtına hazırlanıyor yakında kopacak, tedbirinizi alın diye kim onlara ilk işaretleri okuyacak? sorularının cevabı biziz.

 

“Bir ülkenin, bir halkın geleceği açısından en stratejik meslek öğretmenlik mesleğidir”

Millet çocuklarını 5-6 yaşında bize teslim ediyor ve hepimizin bildiği gibi “yeni nesil sizin eseriniz olacak” Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği bugün ortada rahat ya da rahatsız olduğumuz hangi tablo varsa bunun birinci elden sorumluluğu biziz. Hiç başkalarına bir vebal bir sorun yüklemeye çalışmıyorum. Çocuklarımız nasıl bizim kendi ailemizin bir yansımasıysa toplumda ilk alanda onların emanet edildiği öğretmenlerinin yansıması. Bunu şunun için söylüyorum. Öğretmenlik mesleği yeryüzünde yapılabilecek en stratejik meslek. İşin kutsiyeti, önemi onlar herkesin kendi takdirindedir ama bir ülkenin, bir halkın geleceği açısından en stratejik meslek öğretmenlik mesleğidir. Sıradan bir oyun kurduğunuz zaman, bir futbol takımı kurduğunuz zaman milyar dolarlara acımadan ona oyuncu ve teknik direktör getiriyorsunuz ama milletin kaderini emanet ettiğimiz öğretmenliğin yetiştirilmesi ya da öneminin kavranması için maalesef bu hassasiyeti göstermiyoruz ve bedelini toplum olarak hepimiz ödüyoruz. Her platformda yetkililerin ve ilgililerin bulunduğu her yerde bunu seslendiriyorum.

 

“Bizim töremizde, değerlerimizde, inancımızda öğretmenlik peygamber mesleği”

Bu ülkede öğretmenlik itibar skalasının hem maddi hem manevi alanında bir numarada yer almadığı sürece yüzyıllar sonra da gelen öğretmenler bunları konuşmaya devam edecek. Bizim töremizde, değerlerimizde, inancımızda öğretmenlik peygamber mesleği. Ama bugün itibar noktasında ne yazık ki o liberal kapitalizmin ağına düşmüş hayat saflarında sağladığı maddi ya da manevi imkan ve imkansızlıklar çerçevesinde itibar edilen bir meslek konumunda değil. Bazılarımızın tesadüfen seçtiği bazılarımızın mecbur kalarak seçtiği birinci planda da maişet için düşündüğümüz bir meslek haline geldi. Bunun sorumlusu da bizleriz arkadaşlar. Önce kendimizi önemseyeceğiz. Madem ki ben varım önemliyim. Çünkü inancımıza göre Cenab-ı Hak malayani işlerle uğraşmaz. Madem ki beni, bizi yarattı o zaman benim yaratılışımı varlık aleminde bir yeri, bir devri ve bir önemi var. Öğretmen olarak da kendi varlığımı ve bana emanet edilen öğrencinin ne için var olduğunu tespit ederek o alanda onun kabiliyetlerini ortaya çıkarmaya ve onun kendisini gerçekleştirmesine zemin hazırlamaya mecbur ve mahkumuz. Hayat ancak o zaman anlam kazanır. Önce ben değerliğiyim. Kendi değerimi kazancımla ölçmek yanılgısından kesinlikle kurtulmamız lazım. Kazanç bizim değerimizi takdir anlamında başvurulabilecek en son ya da hiç başvurulmaması gereken  bir ölçü. Ben varsam o halde önemliyim ve önemli işler yapmak zorundayım. Çünkü siz konuştuğunuz zaman sadece bir kişiye konuşmuyorsunuz. Bir örnek vereyim.

 

“Bir tek cümle, bir tek adreste karşılığını bulduğu zaman bir beyin harlamasına dönüşebiliyor, bir insanın hayatını kurtarabiliyor”

Bir insanın muhtemelen öğretmenlik hayatında doğrudan kendi önünden geçen belki 10 bin, 20 bin öğrencisi olur. Sizin mesajınızı o 10 bin, 20 bin öğrencisi kendilerinin öğrencisi olacak, 10 binlere taşıyacak ve bir insanın belki meslek hayatında ya da varlık hayatında su dalgaları misali hitap edeceğimiz insanların sayısı 100 binleri, milyonları geçecek. O yüzden biz çok önemliyiz ve hepimizi eminim herhangi bir şehrin sokaklarında karşılaştığımız bir öğrenciden 20-30 sene sonra hocam bir derste bize bir şey söylemiştiniz. O benim hala aklımda türü cümlelerle karşılaşırsınız. Bir tek cümle, bir tek adreste karşılığını bulduğu zaman bir beyin harlamasına dönüşebiliyor, bir insanın hayatını kurtarabiliyor, bir ailenin hayatını kurtarabiliyor. Dolayısıyla biz çok önemliyiz, yaptığımız işte çok önemli. Bunu tavuklar fark etmese de biz önemliyiz, bunu tilkiler fark etmese de biz önemliyiz. Bu fıkrayı biliyorsunuz değil mi? “Ben kendimin insan olduğunu biliyorum ama acaba tilkiler benim tavuk olmadığımı biliyor mu?” diye hep anlattığımız fıkradır. Başkaları bilmese de biz önemliyiz. Çünkü malzememiz doğrudan doğruya insan. Burada temel bir sorumluluk alanıyla karşılaşıyoruz. Ben bana emanet edilen hamuru yoğururken, bana emanet edilen insan malzemesini işlerken kendi hayatımla mütenasip bir uygulama içinde miyim yoksa öğrencime verir telkini kendimiz yiyor salkımı tarzında bir hayat mı sunuyoruz? Bir öğretmen olarak benim en büyük utancım öğrencilerime söylediğimin farklı bir davranışla öğrencilerime yakalanmaktır. İnanılmaz mahcup olmamız gereken bir görevdir. İki alternatifimiz var. Ya bu durumda yakalanmayacağız ya da söylemeyeceğiz. Çünkü söz esirdir, sırdır. Dikkat edin, sırla esir hangi kökten gelir. Esrar da aynı kökten gelir. Söz, söz olan kese savaşı söz, söz olan kestire başı..  Sözün de hiyerarşisi var. En altta laf vardır, utanç vesilesi bir şey. Ülkemizin en çok satan gazetelerinden birinde, ülkemizin en çok okunan yazarlarından biri sevdiğim laflar diye bir köşesi var. İnternetten bulabilirsiniz. Orada bir hadisi şerifi yazmış. Ben okurken utandım. Bakınız ülkenin çocukları kimlere emanet. Sözlükteki karşılığı çer, çöp değersiz demek. İnsanoğlunu sözler ve değerler hiyerarşisinde sarf edebileceği en alt kategorideki sesler. Onun üzerine söz gelir, onun üzerine şiir gelir, onun üzerine kelam-ı kibar gelir, onun üzerine hadis gelir, onun üzerine ayet gelir. Her birisinin anlam katmanları, dereceleri var ve söz söylediğimiz zaman o söz hakikaten  bir öğrencinin doğrudan kalbine hitap etmeli ve onun kaderine doğrudan müdahale etmeli.

 

“Eğer yaptığımız işi ve kendimi önemsersek hem kendimiz adına hem içinde yaşadığımız toplum adına inanılmaz kazanımlar elde edeceğiz”

Biz böyle bir mesleğin içerisindeyiz. Eğer yaptığımız işi ve kendimi önemsersek hem kendimiz adına hem içinde yaşadığımız toplum adına inanılmaz kazanımlar elde edeceğiz. O zaman ne yapmak lazım? Sürekli kendimizi yenilememiz lazım. Bu konuşmaları pek çok yerde yaptığım zaman bu meslek, kendi meslek gurubum, okuldaki arkadaşlarımla da yapıyorum, başka yerde de yapıyorum. Hayat gayesi önümüze getiriliyor, elbette haklı olduğumuz şeyler var ama varlığımıza uygun bir hayat tarzı kendimize inşa edersek ve gerçekten de bu kültürün bir samimi mensubuysak kendi hayatımda bunu şüphesiz defalarca kattım, Allah dilediğine sınırsız rızıklar sağlar. Çünkü rızık ona ait, onun kefili o. Bize düşen kendimize laik bir hayat sürmek. Bir müftedir arkadaşıma sordum. İngiltere’deydik o zaman bende orada tahsildeydim. Aklımızda da şu fıkra var. Temmuz’un sıcağında Temelin susuzluktan dudakları damakları yapışmış birbirine bakmış ki turistler yiyorlar, içiyorlar, oynuyorlar o da kızmış doğal olarak demiş ki siz ne saygısız insanlarsınız, bu sıcakta biz perişanız niye oruç tutmuyorsunuz. Onlar demişler ki biz Müslüman değiliz. Temel tabi şok olmuş, böyle bir şeyi beklemiyormuş. Niye demiş sizde oruç yok mu? Yok. Latife bu. O da demiş ki artık yiyin için demiş dininizin kıymetini bilin demiş.

 

“Fizik olarak bu mümkün olmadığına göre o zaman mana olarak bu imkanın peşinde koşacağız”

Ben de ona dedim 25-26 yaşlarında bir İngiliz delikanlısı Müslüman olmuş. Durup dururken nerden çıktı? Hayatını yaşamak, her türlü imkan, para her şey var. Bu ızdıraba niye girdin? diye sohbet ediyoruz. Sınıf arkadaşım. Şakalaşmalardan sonra dedim ki bir arayış içindeydim, her adrese müracaat ettim ama İslamiyet bana öyle bir şey teklif etti ki reddedemedim. Ne teklif etti sana? dedim. Dedi ki içinde doğanlar bunu kolay fark edemezler. İslamiyet bana dedi ki  “kendinizi fark ettiğiniz andan itibaren, hayatınızı Allah’ın razı olacağı şekilde yaşamaya söz verirseniz, en azından bunu denemeye söz verirseniz, kasten bir yanlışın içinde olmamaya söz verirseniz ölünceye kadar her aldığınız nefes ve her saniyeniz ibadet hükmündedir” dedi. Halbuki biz bu kültürün içerisinde camiye gittiğimizde ya da namaz kıldığımızda ya da oruç tuttuğumuzda ibadet olarak götürdük. İnanılmaz bir ufuk farklılığı var. Bir tek sözle, bir tek kararla ben bundan sonraki hayatımı bilerek yanlış üzerine inşa etmeyeceğim. Bu andan sonra her saniyeniz ibadet hükmünde. İbadeti iyilik olarak algılayın, iyilik hükmünde. Bu iyilik ne anlama geliyor? Bu iyilik sizin gideceğiniz yerde harcayacağınız sermaye anlamına geliyor. Uludağ’a giderseniz yanınızda kışlık elbise götürürsünüz. Akıllı olan insan gideceği yere göre hazırlık yapar ama onun ötesinde de ayrıldığı yerde iz bırakmak için. Hepimizin içinde de bir ölümsüzlük arzusu var, bu bizim genetiğimizde. Şeytan bile Hz. Ademi bu silahla vurdu. Ey Adem seni ebediyete kadar yaşatacak bir sır vereyim mi diye yaklaştı ona ve elmayı takdim etti. Bu elmadan yersen ölümsüzlüğe uçacaksın. Çünkü bu arzu hepimizin içinde var. Fizik olarak bu mümkün olmadığına göre o zaman mana olarak bu imkanın peşinde koşacağız, o da yaşadığımız yerde iz bırakmak. Ya tahta masanın üzerinde ismimiz kazılı olacak ya da bizim sözümüzü taşıyan öğrencilerimiz olacak. Onlar güzel bir dünya inşa edecekler. Elbette pek çok engelimiz de var bununla ilgili olarak. Hayat süt liman değil. Biz ne kadar bu gayret içerisinde olursak olalım bunu tersine çevirmek isteyen çok çetin, çok kalabalık, 24 saat nasıl olurda ben bu işleri bozarım diye uğraşan başka faktörlerde var ama orada en büyük silahımız bizim irademiz olacak. Bakın iradenin ne manaya geldiğine yine bizim kaynaklarda okudunuz. Bugün ki Osmanlıca tartışmalarından belki faydası olur. Türkler 10. asır da Hindistan’a giderken Hindistan’da gördüklerini hatıra olarak kaydetmiş Hitlerin maymunları nasıl yakaladığını. Etrafı bu şekilde açık küreler yapıp, demir küreler. Bu açıklığın derecesi el açıkken içeriye girebilecek şekilde.

 

“100 yıl önce Kırım’da %92 Müslüman Türk nüfusu vardı, bugün %7’ye düştü”

Bu küreyi bir iple bağlayıp bir ağacın arkasına sallanıyor ve orta yere bırakıyor. İçine muz, koyuyor, fındık, fıstık koyuyor. Maymun eli açık olarak bunu alıyor, onu avuçluyor. Avuçladığı zaman ipi çekiyor ve maymunla beraber küreyi de getiriyor yakalıyor onu. Maymun akıl edip elini açsa elindekilerle birlikte özgürlüğünü kazanacak. Ama avuçladıklarını bırakmamak için özgürlüğünü feda ediyor. İnanılmaz bir sır. Bizler eğer avuçladığımız ihtiraslarımızı bıraksak bunun karşılığında en değerli varlığımız olan, değerimiz olan özgürlüğümüzü kazanacağız. İşte bu irade gerektiren bir şey. Günlük hayatımızda da bunun pratiğinin farkında olmadan çok yapıyoruz. Mesela Ramazan da yapıyoruz. Yine dudaklarımız birbirine yapıştığı, kuruduğu zamanda cebimizde paramız var, dünyanın en leziz yemekleri karşımızda ama el sürmüyoruz, güneşin bakmasını ya da ezanı bekliyoruz. Hiçbir maddi güç bize bunu dayatmıyor, sadece kendi irademizle. Daha üstün bir değer bize o imkanı veriyor. Biz de 10 saat hitlerde belki 3 gün, onlarda da hint fakirleri vardır. Hiç yemeden bir hafta, on gün direniyorlar, evlerinde imkan olduğu halde, yiyeceğe, içeceğe el sürmüyorlar. İrade. Eğer iradenizi dünyanın ipoteğine verirsek o zaman bu söylediğimiz imkanlardan hiçbirisi bizim önümüzde olmuyor. Ne hayatta iz bırakabilmek. Mazeret ararsak mazeretimiz çok var. Ama öğretmen mazeretten ziyade maharete sığınmalı. Öğretmen mazeret değil maharet üretmeli. Çünkü biz seçkin insanız. Bize milletin kaderi emanet edilmiş ve o kadar büyük bir sorumluluk ki bu kadere yönelik bir anlık ihmalin nelere mahal olabileceğine dair sayısız örnekler var, konuşmamın başında verdim size. 1000 yıl sonra Kırım kayboldu ve bunun ötesinde düştüğümüz daha başka bir acı rehavet var. Bu 1000 yılın sınırında Kırım kaybolduğu zaman 2 örnek vereyim size. İslam tarihinde bir Moğol istilası olduğu zaman dışarıda Moğollar her yeri yakıp, yıkıp tahrip ederken içeride öğretmenlerin, meleklerin cinsini tartıştırdığına dair tarih kitaplarımızda anekdotlar vardır. Bu alanı günümüze taşıyalım. Dışarıda Kırım gittiği zaman içeride bizler Rusya’ya satacağımız 2 kilo tavukla 3 kilo domatesin sevincini yaşıyoruz. Niye? Avrupa onlara ambargo uyguladı. Dolayısıyla bunları bizden alacak, biz biraz daha fazla para kazanacak. Bu bizim toplumsal, gazete manşetlerini hatırlayın, beyaz et üreticileri bayram edecek ya da sebze meyve üreticileri bu sene çok karlı olacak. İradenin dışında tabi izzet de, onur da var bizi farklı yapan ama kaderi değiştirmiyoruz. 100 yıl önce Kırım’da %92 Müslüman Türk nüfusu vardı, bugün %7’ye düştü. Çok uzun bir süre değil 100 yıl. Bundan 10 sene önce Irak diye, Suriye diye bir devlet vardı 3 sene önce, Libya vardı, başkaları vardı. Çok ağır bedeli var ve bu bedeli ödemeye hazır bir toplum inşa etmezseniz Allah korusun kapılarımıza bir gün yabancı çizmelerin tekmeler geleceğinden hiç kimse tereddüt etmesin, milleti uyaracak olan da biziz. “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” dediği şey çevremizde naklen canlı olarak tanıklık ediyoruz.”

CANER ALKAN



E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir