Rektör Özcan, Ortadoğu’yu Anlattı

“Ortadoğu, insanların kaderinin yazıldığı bir coğrafya”

 

Program sunucusu Cengiz Özdemir’in, “Ortadoğu böyle değerlendirdiğimiz zaman Türkiye’deki iç siyasetle ilgili gündelik tartışmalardan çıkıp tabiri caizse moda deyimle o büyük resme bakabileceğimiz bir alan. Oradaki pek çok çalkantının aslında bu dünyada bizim dünyamızda da bir karşılığı var. Nedir bu coğrafyanın sırrı? Neden ciddi sorunlar geçmişte de bugün de Ortadoğu’da yaşanır?” şeklinde yaptığı açılışın ardından Rektör Özcan şunları aktardı:

“Ortadoğu, insanların kaderinin yazıldığı bir coğrafya. Hem bilimsel anlamda, hem tarih anlamında. Bilinen insanlık medeniyetinin ilk örneğinin bu coğrafyada kurulduğu ve medeniyetin coğrafyaya bu dünyadan yayıldığı bize arkeolojik verilerle, bilimsel verilerle sergilenmiş durumda. Ama onun ötesinde bugün dünyanın üzerinde yaşayan insanların neredeyse çoğunun, birçoğunun kimliğini teşkil eden dinlerin kaynağı Ortadoğu. Onun ötesinde dünyanın hayatiyetini olduğu şekilde devam ettirebilmesi için gerekli olan enerjinin neredeyse temerküz ettiği bir bölge, ticaret yollarının kesiştiği bir coğrafya. İklim kuşağı olarak adeta bütün dünya üzerindeki en verimli alanların bulunduğu bir coğrafya, suyun bol miktarda bulunduğu bir coğrafya, tarih coğrafya, kültür, inanç bir şekilde aynı mekana eğer bu şekilde temerküz ederse zaten önemli olması için başka bir nedene gerek yok.

 

‘Ortadoğu toprakları paylaşılamayan ama üzerinde en büyük kavgaların olduğu alanlar’

 

Şimdi Ortadoğu dediğiniz zaman aslında bir geniş anlamı var bir dar anlamı var. Dar anlamı belki coğrafi bir kavram ama geniş anlamı kültürel kavramı biraz da İslam dünyasını içine alan bir kavram. Hafızalarımızı en azından konuya ilgili olanlar hafızalarını bir yoklarlarsa 19. yüzyılın sonuna geldiğimiz zaman yeryüzü topraklarının neredeyse %80’i, yeryüzündeki insan kaynaklarının da keza aynı benzer oranı Avrupalı sömürgeci devletler tarafından paylaşılmıştı. Paylaşılmayan ama üzerinde en büyük kavganın yoğunlaştığı belki de hesabın kapanacağı ama bizim Ortadoğu coğrafyası dediğimiz zaman bir anlamda da Osmanlı topraklarının bulunduğu alan. Şöyle bir sonuca ulaşılmıştı. Bu toprakları elde eden artık tarihi tamamlamış olacak, maçı galip sonuçlandıracak ve dünyanın hakimi olacak. Bu yüzden aşağı yukarı İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve daha sonra Almanlar ortak bir kanaate ulaştılar. ‘Eğer kendimiz buraya sahip olamıyor isek bizden başkasının da sahip olmasına mani olacak mekanizmalar oluşturmamız lazım.’ Aşağı yukarı bütün 19. Yüzyıl mücadelesi bu cümlede özetlenebilir.

 

‘Haritalar o gün göz önüne alınarak cetvellerle çizilmiştir’

 

Yüzyılın sonuna kadar bu şekilde sağlanmadığı için imkanları da kullanarak Osmanlı devleti 19. yüzyılda kendisini toplamaya gayret etti. Özellikle yaşanan çok tahripkar savaşların etkisinden kurtulabilmek için hayati derecede ihtiyaç duyduğu huzur ve barış döneminin tanzimatla birlikte ve onu takip eden Abdülhamit dönemindeki uzun barış döneminde ekonomik olarak, sosyolojik olarak ve askeri olarak kendisini toplamaya başlayıp kendisine yönelen tehditleri bertaraf edebilecek bir konuma ulaşınca bu defa Ortadoğu devletinin de yıkılışı üzerine planlar yapıldı. Ve nihayet 19. yüzyılın sonunda önce İngiltere-Rusya ardından İngiltere-Fransa aralarında anlaşarak Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere çeşitli projeler geliştirdiler. Aslında bu anlaşma niye daha önce olamadı diye bir soru sorarsak Rusların geleneksel bir iddiası vardı, bir talebi vardı. Her ne şekilde olursa olsun içinde boğazların bana verilmediği bir anlaşmayı kabul etmem mümkün değil diyen bir Rus politikası vardı. Ve 19. yüzyılın sonuna kadar Avrupa devletleri de Rusların bu talebini hiçbir şekilde kabul etmiyorlardı. Ancak yükselen Almanya tehdidiyle birlikte nihai olarak İngiltere ve Fransa Rusların bu teklifini, bu iddiasını kabul edince artık Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarının paylaşılması gündeme gelmişti. Bu toprakların paylaşılması için tarihi, kültürel, sosyolojik, çalışmalar ve çabalar için çok uzun bir süreye ihtiyaç var. Fakat bu paylaşmalar çok kısa sürede akademisyenler tarafından değil diplomatlar tarafından yapıldığı için masanın üzerine yayılan haritalarla tamamen stratejik gerekçelere dayalı olarak yapılan bir dizi anlaşmalar ki bunlar Paris, Londra isimleriyle anılan antlaşmalar. Cetvelle çizilmiş ne sosyolojik ne kültürel ne coğrafi unsurları göz önüne almayan tamamen o günü göz önüne alan.

 

‘Savaşlarla geleceğin inşası hedeflenmiştir’

 

Tamamen o günkü şartlar ve stratejik hesaplara göre ve ilgili devletlerin kendi ihtiyaçlarını o günkü stratejik ihtiyaçlarını göz önüne alan ve birde çok önemli bir şey var. Kendileri ayrıldıktan sonra o topraklarda varlıklarını kalıcı kılacak problem odakları yerleştirmeye yönelik müdahalelerdir. O yüzden Ortadoğu’nun bölünmesi, Ortadoğu’nun sınırlarının çizilmesi insanların bir daha bir araya gelemeyecekleri bir mekanizmanın oluşturulması şeklinde olmuştur. İşte o yüzden inanç haritaları diye nitelendirilmiştir. O yüzden etnik köken haritaları irdelenmiştir. Mezhep haritaları iyi irdelenmiştir. Ve doğal olmayan bir şekilde bu insanlar ve toplumlar birbirlerinden ayrılarak uzun süre bir daha bir araya gelemeyecekleri ve savaşlarla, gerilimlerle anlaşmazlıklarla geleceğin inşası hedeflenmiştir. Bunun bir tek gerekçesi var. Batının koloni tecrübesinde şunu çok iyi biliyorlar. Hem tecrübe anlamda hem akademik anlamda. ‘Eğer sizin menfaatiniz insanların ve toplumların kavga etmelerine dayanıyorsa bunun şartı gelecekte kavga ettirmeyi planladığınız insanları geçmişte de kavga ettirmek zorundasınız.’ Bunu niye söylüyorum? Çünkü esas itibariyle bütün savaşların nedeni tarihtir. Hafızalarımızdır. Hafızalarımızda inşa ettiğimiz kimliklerimizdir. Eğer bizim hafızalarımız yaşanmış tarih üzerinden değil ama belli amaçlar için kurduğumuz senaryolar üzerinde inşa edilse tıpkı Ortadoğu halklarının şu an birbirleriyle ilgili olan tarihleri hakkında söyleyebileceğimizi o zaman geçmişten geldiğine inandığımız kavgaları geleceğe taşırız. Bu kavgalardan da nemalanan başkaları olur. Ortadoğu’da da gerçekte olup biten budur.”

 

“Ortadoğu’nun tarihi gerçek değil giydirilmiş geçmiştir”

 

Program sunucusu Özdemir’in, “Siz Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi rektörüsünüz ama öbür tarafıyla rektör hocasınız, tarihçisiniz. Tarih konusunda uzun yıllardır değerli çalışmalar yaptınız. Tabi biraz daha basite indirgeyerek, biraz daha özellikle günümüze getirerek sormak istiyorum. Şimdi biz Osmanlı Devleti’nin imparatorluğunun mirası üzerinde içeriden bir bakışa sahibiz. Bizim Osmanlı’ya bakışımızın ötesinde o bölgedeki insanlara baktığımızda o bölgedeki insanların Osmanlı’ya bakışı nasıl bir bakıştır? Bizim içeriden baktığımız bakışla kıyasladığımızda buradaki fark nasıldır Ortadoğu’da mesela Osmanlı nasıl görünür?” sorusunun üzerine

 

“Ortadoğu’da en uzun sulh ve sükûn dönemi Osmanlı döneminde yaşanmıştır”

 

Rektör Özcan şöyle devam etti:

“Birkaç noktadan belki konuyu gündeme taşımak lazım. Bir kere şu an bizim Ortadoğu milletlerinin Ortadoğu toplumlarının birbirleri hakkındaki tarih bilinci, tarih bilgileri yaşanmış ortak bir mazinin kaleme dökülmüş hali değil bu bölgeye hakim olan güçlerin ‘İşte sizin tarihiniz.’ diyerek bizim elimize tutuşturdukları bir geçmiştir. Yani gerçek geçmiş değil, giydirilmiş geçmiştir. Bizim kendi kaynaklarımıza dayalı bir geçmiş değil ama stratejik ve politik projeler için yazılmış tarihlerdir ve bizim için de sizin tarihiniz diye verilmiş tarihlerdir. Hal böyle olunca Ortadoğu halklarının Osmanlı’ya bakışıyla yakın tarihte bizim bakışımızın arasında elbette bir fark var. Çünkü 100 yılı aşkın bir süredir sömürge döneminde yaşayan Ortadoğu halklarının o sömürge dönemine gerekçelerle gerek Osmanlılarla ilgili algıları yine aşina oldukları o sömürge kültürü içerisinde bizi geri bıraktıran, bizi ezen, ne zamana kadar iletişim araçlarının haberleşme, teknoloji imkanlarının artık insanların ve toplumların aracısız birbirleriyle irtibat kurdukları, birbirlerini doğrudan öğrenebilmelerine imkan sağladığı son 15-20 seneye gelinceye kadar böyleydi. Ama şimdi insanlar artık doğrudan haberleşebiliyorlar. Eğitim oranıyla birlikte, seyahat imkanlarıyla birlikte ve müthiş bir dönüşüm var Osmanlı algısına. Yükselen yeni nesilde Osmanlı algısı adeta sömürgecilik döneminde rencide olan şahsi onurlarının gururlarının bir şekilde teselli edileceği, telafi edileceği bir muhteşem mazi gibi gündeme gelmeye başladı. Bu benim şahit olduğum bütün Ortadoğu coğrafyasında aşağı yukarı yeni nesil arasında söyleyebileceğimiz bir şey. Bunun maddi gerekçeleri de var. Çünkü bütün tarihi boyunca Ortadoğu’da uzun dönemli sulh ve sükûn dönemi diyebileceğimiz en uzun pasaj Osmanlı döneminde yaşanmıştır.

 

‘Gönüllü birliktelik önemli’

 

Esas itibariyle Osmanlı döneminde çıktığınız zaman bu coğrafyada belli oranda Romalılar, Bizanslılar hakim ama tamamını birleştirememişler. Tamamını birleştirebilenler Osmanlılardır. Bununda bir sırrı var bizim teslim etmemiz gereken ve bu günde o geleneğin devamı olarak iftihar etmemiz gereken bir sır var. Bu coğrafyada kim gönüllü birlikteliği sağladıysa zamana ve mekana hakim olmuş ve bunu en etkin bir şekilde sağlayan tarihteki varlıkta Osmanlı devleti ve oradaki sır da Osmanlı Devleti bu coğrafyadaki birliği, yerli halkın topraklarını, yerli halkın itirazına ya da yerli halka rağmen savaşla ellerinden almış değil. Bu birliktelik gönüllü birliktelik olmuş. Bugünkü Suriye, Mısır civarını Memlükler’den almış Hicaz anahtarlarını kendisi teslim etmiş. Kuzey Afrika’da yine gelmiş Kanuni’ye dahil olmuş. Yani gönüllü bir birliktelik. Aşağı yukarı 5 asır bu şekilde devam etmiş ve bizim elbette mevzi olarak çeşitli politiki ve idealist sebeplerden dolayı gelgitlerin yaşandığı dönemler var. Ama nihai ölçüde inanç ve kültür birliğinden dolayı bu 5 asır boyunca bugüne taşınabilecek bir kan davası ya da bir davanın varlığından söz edilemez. Bu Ortadoğu halkının milli hafızalarından hala canlılığını koruyor. O yüzden de tarihleri boyunca öncelikle son 100 yılda yaşadıklarını o rencide edilmiş sömürge döneminde gerek kültürel anlamda gerek inanç anlamında gerek şahsiyet anlamında kendi milli onurlarını bir anlamda kurtaracak bir ada olarak bakan bir yeni nesil var. Bunu okullarda görüyorsunuz, üniversitelerde görüyorsunuz, yayın dünyasında görüyorsunuz.”

 

“İnsanlık değerinden söz ediyorsak bütün tarihi kucaklamalıyız”

 

Rektör Özcan açıklamasına şöyle devam etti:

“Arapların çok güzel bir atasözü vardı. ‘Hakim olan, kuvvetli olan hükmü koyar, kanunları koyar, kuralları koyar.’ diye, tarihe kazanımlar yazar diye. Aynen onun gibi. Hal böyle olunca bugünün dünyasının maddi anlamda hakimi batı tanımlanan dünya düşüncenin de kurallarını koymuş, bilimin de kurallarını koymuş, tarihin de kurallarını koymuş, kronolojinin de kurallarını koymuş. Bu dünya kendi bulunduğu yer itibariyle bütün dünya tarihinde kendisinden başka değerli başka hiçbir varlığın bulunmadığı tezi üzerine inşa edilmiş. Biz buna bir anlamda da ilerlemeci gelişmeci tarih diyoruz. Ve giderekte bu daha yoğunlaşarak adına şu anda post modernizm ya da küreselleşme dediğimiz bir döneme girilmiş. İnsanlığın iki kutuplu ya da çok kültürlü bir ortamdan alıp tek yönlü ya da modernizmin öngördüğü şekilde üniform bir tipe doğru hazırlayan tamamen batının değerlerinin yaşandığı, seslendirildiği, geçerli olduğu bir dünya inşası söz konusu. Bu modernizm olgusunun aslında bütün insanlığı sürüklemeye çalıştığı bir şey. Ama bizim dikkat etmemiz gereken bir mesele var. Eğer insanlık değerlerinden söz ediyorsak o zaman bütün tarihi kucaklamalıyız. Eğer önemli olan insanlık değerleri diyorsak o zaman bu tarihi birikim içerisinde doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden her nereden her ne şekilde bir katkı varsa bu katkıyı mutlaka korumalı, muhafaza etmeli ve geleceğe taşımalıyız.

 

‘Bizim gibi kadim milletlere çok önemli rol düşüyor’

 

Fakat batının paradigmasında, batının algısında böyle bir şey yok. Batı bütün insanlığın tek gücün önünde boyun eğdirecek, tek otoritenin önünde boyun eğdirecek, tek tip bir kimliğe doğru sürükleyen bir sel gibi bütün imkanlarını kullanıyor. Sanki görünmez bir el gibi tarif ettiği asaletin o görünmezden bütün insanlığı o geleceğe doğru taşıyor. Bu noktada işte tarihi değerlerini temsil eden bizim gibi kadim milletlere çok önemli rol düşüyor. Biz kendimizi bir doğu ya da batı diye herhangi bir yere konumlandırmadan doğrudan doğruya insanlığın birikimi, insanlık değerlerinin bugün temsilcilerinden bir toplum olarak niteleyip hem batının ihtiyaç duyduğu hem dünyanın başka mekanlarının ihtiyaç duyduğu bütün değerleri geleceğe taşıyabilecek bir potansiyele sahibiz. Şöyle örnekliyim, bilinen dünyanın tarihinin verilerle 30 bin yıl civarında olduğu iddia ediliyor ve bilinen dünyada başlangıçtan bu güne kadar varlığı kesintisiz devam eden toplum sayısı çok fazla değil. Ama bunlardan bir tanesi bizim geleneğimiz. Her ne kadar Orhun yazıtları öncesinde kaynak olarak pek bir şey göremesek de ama veriler bize kesintisiz bir geleneğimizin olduğunu ve bu geleneğin de adeta hayatı ya da dünya içinde var olmayı bir sanat haline dönüştüren bir birikim oluşturduğunu biz biliyoruz. Sanatıyla, estetiğiyle, mimarisiyle, musikisiyle, edebiyatıyla bütün bunları yok sayıp başka bir dünyaya yeni bir başlangıç yaparsak bir zamanlar yapmak istediğimiz gibi aşı tutmadığı zaman akıbet çok berbat olur. O yüzden biz batının bize vaat ettiği bütün parlak geleceğe rağmen gelenekten kopmadan adeta geleneği yeniden keşfederek. Çünkü o gelenek sadece bize ait değil insanlığın ortak mirası. Onu yarınlara taşımak gibi bir sorumluluğumuz var.

 

‘Biz Müslüman olarak dünyayı ve varlığı kendimize emanet olarak telakki ediyoruz’

 

Ben merak ettim ‘Bu sorumluluk nereden kaynaklanıyor acaba?’ diye. Orhun Yazıtlarını okuyanlar hatırlayabilir daha o dönemde Bilge Kağan kendisini adeta yeryüzünün huzurundan, refahından sorumlu tutan anlayışla itham ediyor. ‘Tanrı yeri ve göğü yarattı ikisinin arasındaki insanları bana emanet etti.’ Bu bir anlamda bizim Müslüman olduktan sonraki tarihimizde varlığın insana emanet edilmesi kavramıyla özdeşlesen ya da birleşen bir değer aktarımı. Biz bugün münferit bir Müslüman olarak da varlığı ve dünyayı kendimize emanet olarak telakki ediyoruz. Bu emanet duygusu aynı zamanda emaneti korumak gibi bir sorumluluğu da bize sunuyor. Hal böyle olunca o zaman modern değerlerin bize dikte ettiği tüketmek gibi algıları bir tarafa itip varlık aleminde Ramazan’ında ruhuna uygun olarak her şeyimizin emanet olduğunu ve ancak ihtiyacımız kadar tüketmekle mazur olduğumuzu, onun dışında tüketmenin israf olduğunu ve bunun da bir vebali olacağını hatırlatıyor. Bu kendi içerisinde bir medeniyet tasavvuru oluşturuyor.

 

‘Kapitalist değerlerle insanların kuşatıldığı bir dünyada yaşıyoruz’

 

Hepimiz müthiş bir hızla modern kapitalist değerlerle insanların kuşatıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bununda bir tek sloganı var, değeri olan her şeyi pazarlayabiliyorsunuz. Bu, Ramazan atmosferinde de çok sıkça görülebiliyor. Ramazanda insanların dini manevi duyguları çok iyi anlaştığı için bu sektörü bir pazarlama alanı olarak gören sektörler de canlanıyor ve insanların samimi duyguları ranta çevriliyor. Bunun pek çok örneği var. Medyadan tutunuz tüketim sektöründe hemen hepimizin her gün şahit olduğu ve insana ancak tüketirse değerli olabileceği bir algıyla yaklaşan bir durum. Fakat bunu yapamıyor olmamız bundan vazgeçmemiz anlamına gelmez. Çünkü bütün mesele burada iradeyi sergilemek ve bu iradeyi toplumun şu kadar milyonunun sergilemesi beklenmez ama toplumun aydınlarının, o toplumun münevverlerinin, o toplumun sorumluluk sahibi kişilerinin toplumun geleceği ile ilgili endişeleri olan kişilerinin düşünmesi hesaplaması lazım.

 

‘Dili kaybettiğiniz zaman her şeyi kaybediyorsunuz’

 

Ben hem şu an içinde bulunduğum uğraşı alanım itibariyle toplumun büyük kesimiyle iç içe olmak şansındayım hem de mesleğim gereği okuduğum yazdığım için müşahede edebiliyorum. Bizim ülkemizdeki bu damar canlı, bizim insanımızdaki bu damar canlı ve biz bu damarı canlı tutabilirsek. Çünkü bir anlamda geleneği yaşatmak bir düşünürün ifadesiyle külleri saklamak değil koruyup canlı tutabilmektir. Biz bu konuyu canlı tutabilirsek gelecekten şahsım adına çok ümitliyim. Çünkü bu konularla ilgili olanların mutlaka akıllarına geliyordur. Ortalama son 200 yıldır bu toplumun, bu milletin maruz kaldığı içeriden ve dışarıdan hesaplar projeler müdahaleler eğer yeryüzü tarihinde başka bir milletin üzerinde uygulanmış olsaydı onlardan hiçbir iz kalmazdı diye düşünüyorum. Yani ortalama her 5-10 senesine çok büyük savaşın düştüğü ve bu savaşların yıllarca devam ettiği bütün tarihi boyunca oluk oluk insanlarını feda eden toplumların buna rağmen bu çağda hiçbir fiziki sömürge tecrübesi yaşamaksızın bütün değerleriyle ayakta durabiliyorsa burada umut var demektir. Bu toplumun önderlerinin bu toplumun dokusuna, bu toplumun geleneklerine ve geleceğine uygun projeler önüne koyabilmesine bağlı. Burada eğitim ve kültüre atıfta bulunuyorum. Çok meşhur bir İngiliz edebiyat tarihçisinin ‘İnsanlık tarihinin en büyük dil miraslarından birisi Türkçedir. Ama ne yazık ki bizzat Türkler tarafından katledilmiştir.’ diye ifadesini hatırlıyorum ki hakikaten çok güzel söylemiş. Dili kaybettiğiniz zaman her şeyi kaybediyorsunuz.

 

‘Müslümanlar niye direniyorlar?’

 

Şimdi insaniyet Ortadoğu’da diğer dinlerde farklı olarak doğuşundan itibaren hakim ve baskın bir kültür olarak ve doğduğu andan itibaren doğduğu topraklarda hakim olarak yetişti. Ortadoğu’da çok güçlü bir Emevi geleneğinden sonra taze bir kan olarak Türkler İslam’ın müdafaasını üstlendikleri için İslam tarihi modern çağlara doğru hep hakim unsur olarak gelişti. Bunun hem kültürle hem bireysel olarak davranışlarında ve hayatın dışa yansımasında derin izleri vardır. O yüzden İslam inancının da beslediği kişilik ve kimlikle batılıların hiç tecrübe etmedikleri bir tablo ortaya çıktı. Bütün maddi hakimiyetlerine, güçlerine, kuvvetlerine rağmen Müslüman coğrafyalarda inanılmaz bir şekilde kendilerine direnişin olduğunu görmekten ciddi anlamda rahatsız oluyorlar ve akademik olarak yıllar boyu bunu sorguladılar. ‘Müslümanlar niye direniyorlar?’ Bu direniş zihni anlamda bir direniş. Bunu yaparken en çok ihtiyaç duydukları akademik disiplin karşımıza çıkıyor. Ona da biz şarkiyatçılık diyoruz. Ya da oryantalizm diyoruz.

Batıdaki doğu bilimi ya da doğu toplumlarının bilimlerini tarihlerini anlayıp onlara uygun politikalar üretmeye mahsus olarak gelişen disiplinin doğuda karşılığı yok. Benzer bir şeyi batıya taşıyan batıya hedefleyen batıcılık diye bir bilim dalı bugün dahi yok. Üniversitelerimizin batıyla ilgili kültürleri de dili ve edebiyatı şeklinde geçer. Ama oryantalizm anlamında bir akademik disiplin yok. ‘Bizim bütün hakimiyetimize rağmen, teknolojik üstünlüğümüze rağmen, ekonomik gücümüze rağmen bu Müslümanlar bize niye direniyor?’ sorusunun cevabı İslam kültüründe şöyle çıkıyor. Hayatın anlamı, varlığın anlamı diyebileceğiniz İslam inancında bir insanın ya da toplumun korumakla mükellef olduğu başlıca değerleri mal, can, şahsiyet, onur, haysiyet, din ve vatandır. Vatanı korumakla mükellefsiniz, inancınızı korumakla mükellefsiniz, malınızı, canınızı, bir de onurunuzu korumakla mükellefsiniz. Bunların herhangi birisini alsanız dahi doğrudan bir başkasının boyunduruğu altında yaşanabilecek değerler değil. Bu demektir ki siz eğer bu değerleri yaşamak istiyorsanız mutlaka bağımsız olmalısınız ya da sömürgeye ya da esarete direnmek zorundasınız. Bu bir teklif değil bu bir mecburiyet. Eğer ben Müslüman’ım diyor isen bu değerlerini korumakla mükellefsin.”

 

“100 yılın bütün hesapları 90’yı yılların içine girdi, 10 yılın içine”

 

Rektör Özcan sözlerine şu cümlelerle son verdi:

“Bir kere bu coğrafyadaki sınırlar siyasi olarak varlıklarını korumalı. Ama kültürel olarak kavga nedeni olmaktan kurtulmalıdır. Tarihte olduğu gibi. Bu coğrafyadaki insanlar birbirlerine düşman ve kan davalı olmadılar, olmamalıdırlar. Son 30 senede bizim Anadolu’muzdaki insanlarımıza uygulanan projeler dünyanın başka yerinde uygulansaydı kan gövdeyi götürürdü.  Ama düşüremediler. Böyle kan davası oluşturamadılar. Şimdi bana öyle geliyor ki, 1990’da eski dünya yıkıldı. 1990’la 2000 arasında yenidünyanın inşa edildiği bir dönemdi. Ve o 90’lı yıllar bizim 100 yıllık tarihimizin adeta bütün meselelerin biriktirildiği, sözlü olarak yaşatıldığı, bizim birbirimize düşürüldüğümüz, adeta kapımızın dışına gözümüzü atamadığımız bir yumak oldu. Turgut Özal’ın ölümü, Uğur Mumcu’nun ölümü, faili meçhul cinayetler, Baş bağlar katliamı, Sivas katliamı, aklınıza gelen, işte 28 Şubat, Musa Anter cinayeti, terörün şiddetlenmesi, laik, anti laik, Kürt, Türk, Alevi, Sünni 100 yılın bütün hesapları 90’lı yılların içine girdi. Evet, 10 yılın içerisinde. Sonra gözümüzü bir açtık 10 yılın sonunda bir baktık ki Balkanlar paylaşılmış, Kafkaslar yerleşim yeri olmuş, Türkistan paylaşılmış, Afganistan gitmiş, Irak gitmiş, her yer gitmiş. Ondan sonraki 10 yıl içerisinde baktık ki bizim dışımızdaki her yerde yeniden yapılanma olmuş. Adına Arap baharı demişler, bilmem ne kuşu demişler. Bunun için iki şey lazım bir irade lazım, iradede eksiklik var. Henüz daha o iradeyi temsil edecek kadrolarını yetiştiremedi Orta Doğu. Henüz daha bu kadrodan, sömürge düzenlerinden, okullarından ve sistemlerinden geçen kadrolar. Zamana ihtiyacımız var. İkincisi ekonomiye ihtiyacımız var. Üçüncüsü stratejiye ihtiyacımız var. Bütün bunları eğer biz ülke olarak bu coğrafyaya sağlayabileceğimiz imkanlar, mesela yüksek eğitim imkanları mesela üniversitelerimize hoca olarak adam taşıyabileceğimiz binlerce öğrenciyle oluşturabileceğimiz ortak bir miras, ortak bir kültür. Şunu bu ülkenin insanı çok iyi kabul etmeliler. Ben 25-30 yıllardır şu konularla ilgiliyim arkadaşlarımla beraber okuyorum, yazıyorum, çiziyorum. Kara kaşınız kara gözünüz için hiç kimse size mekan, imkan ve yer vermez. Hele bu coğrafyadaysanız mutlaka bedelini ödeyerek bunun, onun içinde uyanık çalışmak zorundasınız. Onun içinde 90’lı yıllarda olduğu gibi tuzağa düşmemelisiniz. Onun için gözünüzü açtığınız zaman tekrar yeni bir dünyanın kaçmasını bir yüzyılın daha kaybedilmesini önlemek istiyorsanız önceden uyarılmak, önceden silahlanmaktır gibi bir anlayışla hareket edip, bu ülkenin aydınları toplumlarını kendi hayat tarzlarını kabule zorlamamalı, dayatmalara zorlamamalı sadece ve sadece bilgilerini ortaya atıp, onların diledikleri bilgilerden faydalanarak kendi hayat tarzlarını müşahede etmeleri imkan sağlamalarına zemin hazırlamalıdır. Bütün bunları ancak demokratik ortamda yapabiliriz. Bütün bunları ancak özgürlüğün yaşandığı, hissedildiği bir ortamda yapabiliriz. Etrafınıza bir bakın devletin olmadığı topraklarda hayat nasıl cereyan ediyor.  İster adı şu olsun ister bu olsun. İşte Mısır’da devlet yok, Suriye’de devlet yok, yıllardır Irak’ta devlet yok ve adeta bir belgesel gibi her gece ekranlarda o vahşet resimleri günlük hayatımızın bir parçası artık bizi utandırmıyor. Artık vicdan azabı da hissettirmiyor. Fakat bu coğrafyada bütün bunlara dur diyen potansiyeli hükümdarlık duygularıyla değil, egemenlik duygularıyla değil, onlara hükmetmek duygularıyla değil, sadece ortak bir tarihi paylaşmış kardeşlerimizin yaralarına merhem olmak amacıyla önce bize düşüyor. Bu coğrafya bize bunu dayatıyor. Bu tarih bize bunu dayatıyor. Bu inanç bize bunu dayatıyor. Bunun da yolu kendi aramıza, birbirimize düşmemizi gerektirecek her ne varsa onları bir kenara bırakmak. Çünkü tarihte bizim başarılı olduğumuz her ne dönem varsa ilk adımı kaynaşmayı temin edebilmek.

 

‘Biz iddialarımızın arkasında durabilirsek gelecekte mutlaka bizi takip edecek başkaları olacaktır’

 

Bu coğrafyada yükselen ve giderek kurumsallaşan sömürgecilik yapısına karşı başkaldırma potansiyeli en canlı topluluk, birikim biziz. Eğer biz yükselirsek, eğer biz iddialarımızın arkasında durabilirsek gelecekte mutlaka bizi takip edecek başka topluluklar olacaktır. Ama bunun sırrı önce Osmanlıların Anadolu’da kurduğu birlik gibi, ilk Müslümanların Hicaz’da kurduğu birlik gibi, Osmanlıların bu coğrafyada kurduğu birlik gibi bizim şu an bu coğrafyada ortak insanlık değerleri üzerinde bir birliğimizi tesis etmek, öyle çok ilkel ve çok cahil insanların ancak meşgul olabileceği gibi 90’lı yılların gündemini taşımadan. Onun için bu birliği kurtarmak lazım.”  ZEYNEP KILBAHRİ



E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 28 Temmuz 2013, 00:00

    TARİHİN IŞIĞINDA AZMİ HOCAM – SAYIN HOCAM, AĞZINA SAĞLIK İYİKİ VARSINIZ.ALLAH SİZLERDEN VE ÜLKEMİZE HİZMET EDEN TÜRK AYDINLARINDAN RAZİ OLSUN.BU TARİH OLGUSUNU GÜNÜMÜZE IŞIK TUTMASINI UMUYORUM.TÜRK MİLLETİNİN UYKUDAN UYANDIRMA ZAMANININ GELDİĞİDÜŞÜNCESİNDEYİM.BU TÜR TARİHİ BİLGİLERİN KÜLTÜR MERKEZLERİNDE SEMPOZYUM ŞEKLİNDE HALKA ANLATILMASININ FAYDALI OLACAĞI KANAATİNDEYİM.SONSUZ TEŞEKKÜRLER.

    Cevapla