SAVAŞLARI SORGULAMAK YERİNE YÜCELTİYORLAR

İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr.Kahraman Şakul’un yaptığı sunumda Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’deki rolünün mütemadiyen tartışma konusu olduğunu belirterek, Çanakkale Savaşı mefhumuna yaklaşımlarının 5 dönemde incelenebileceğini söyledi. 1923-1936 döneminin Atatürk ve Çanakkale ilişkisinin kurulup resmi söyleme girdiği dönem olduğunu anlatan Şakul, şöyle konuştu:

9-12. sınıf öğrencileri arasında yapılan bir çalışma çoğu öğrencinin Çanakkale Savaşını İstiklal Savaşı’nın bir parçası olarak gördüklerini gösterir. Bu bariz kronolojik hata cehalete atfedilemez. Tarihi temelleri vardır. Kuşkusuz ki Mustafa Kemal Atatürk Çanakkale ve İstiklal savaşları arasındaki sembolik bağdır. Bu durum nedeniyle Atatürk’ün Çanakkale’deki rolü mütemadiyen tartışma konusu oldu. Kimilerine göre Çanakkale’de Atatürk efsanesi sonradan yaratılmıştır. Kimileri ise Mustafa Kemal’in Çanakkale Zaferi’nde başrolü oynadığını belirtir. Bu görüşleri bir arada ele alarak tarihi dönüm noktalarını ortaya koymaya çalışalım.

“Atatürk’ün ve ordunun Çanakkale Zaferindeki rolü bu dönemde hiç olmadığı kadar çok vurgulandı.”

 Kaba bir tasnife gitmek gerekirse, Çanakkale Savaşı mefhumuna yaklaşımlar 5 dönemde incelenebilir: 1923-1934, 1934-1950, 1950-1980, 1980-2002 ve 2002 ve sonrası. 1923-1936 dönemi Atatürk ve Çanakkale ilişkisinin kurulup resmi söyleme girdiği dönemdir. 1936-1950 dönemi ise 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferinin resmi anma günü ilan edilmesiyle başladı. 1936’da Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin boğazlardaki Türk egemenliğini tesis etmesi 2. Çanakkale Zaferi olarak görüldü. 1950-1980 arasında Türklerin Avustralyalı ve Yeni Zelandalılarla Kore Savaşında müttefik olmaları Çanakkale Savaşının anılmasını dünya ölçeğine taşıdı. Bu dönem aynı zamanda Türkiye’nin Gelibolu’da yoğun abide ve sembolik mezarlık inşasına giriştiği bir dönemdir. 1980-2002 arasında Cunta yönetiminin “Atatürk 100 Yaşında” etkinlikleri aracılığıyla lider kültü yaratmaya soyundu; Atatürk’ün ve ordunun Çanakkale Zaferindeki rolü bu dönemde hiç olmadığı kadar çok vurgulandı. Yurdun dört bir yanını Atatürk büst ve heykelleri ile donatmak bu projenin bir parçasıydı. Bu dönemin sonlarına doğru, bilhassa 1990’larda, sağ ve sol kesimden aydınlar ilk defa olarak Atatürk ve Çanakkale meselesini sistemli eleştiriye tabi tuttular. Türkiye’nin müesses nizamını kurucu efsaneye saldırmak yoluyla tartışmaya açmak makul bir yöntem gibi görüldü. Şimdi kısaca bu dönemleri ele alalım. 1923-1936 Cumhuriyetin ilk senelerinde Çanakkale hakkındaki resmi tavır ilk başta çok şaşırtıcı gelmektedir. Zira, meclis ve hükümet Çanakkale Savaşı’nın kamu oyunda türlü vesilelerle gündeme gelmesinde rahatsızlık duymaktaydı. Kendince haklı sebepleri vardı.

“Meclis’te Lozan’ın İtilaf devletlerine Çanakkale’de geniş haklar tanıması hep bir tartışma konusuydu.”

Lozan Antlaşması ile Çanakkale bölgesinde, yani Boğazlarda, koşulsuz Türk egemenliği tanınmadığı gibi Musul meselesi de Britanya ile hâlihazırda bir pazarlık konusuna dönüşmüştü. Meclis’te Lozan’ın İtilaf devletlerine Çanakkale’de geniş haklar tanıması hep bir tartışma konusuydu. Buna göre itilaf devletleri, idaresi kendilerinde kalmak üzere anıt ve mezarlıklar yapabileceklerdi. Hükümet bazı vekillerin Yarımadada bir Türk zaferi anıtı yapılmasını teklif edip durmalarını kati surette tehlikeli bulmaktaydı; anıt yapmamanın resmi bahanesi ise bütçe darlıklarıydı. Yeni cumhuriyetin Britanya ile bir de Çanakkale’deki muğlak egemenlik hakları üzerinden sorun yaşamaya hiç niyeti yoktu. Dolayısıyla, Çanakkale Zaferi resmi söylemde ötelenmekteydi. 1925 senesinde Musul sorununun çözülmesi, Kürt meselesinin geçici de olsa askeri yöntemlerle bastırılması, bazı Alman neşriyatında Çanakkale’nin bir Alman zaferi olarak sunulması ve en nihayetinde tek adam yönetiminin yavaş yavaş oturması Çanakkale’ye bakış açısını da değiştirdi. Çanakkale Savaşı bir ders konusu olarak orta okul müfredatına 1927 senesinde girebilmiştir. Ayrı bir ünite olmaktan ziyade Cihan Harbi başlığı altında incelenmiştir. 1931 senesi müfredatında ise bildiğimiz Çanakkale Destanı resmi görüş olarak benimsenmişti. Artık Türk çocukları Çanakkale’yi uzun soluklu bir ulusal bağımsızlık mücadelesinde Atatürk’ün önderliğinde kazanılmış bir Türk zaferi olarak öğreneceklerdi. Ruşen Eşref’in Mustafa Kemal ile yaptığı meşhur bir mülakat vardır. Yeni Mecmua’nın 1918 senesi özel sayısı Çanakkale’nin 3. Yıldönümüne ayrılmıştı. Bu sayıda gazeteci Ruşen Eşref Mustafa Kemal ile Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat başlığıyla yayınlanan bir söyleşi yapmıştı. İlginçtir, Mustafa Kemal bu mülakata kadar Anafartalar Kahramanı olarak bilinmekte idi. Anafartalar Muharebeleri Ağustos 1915’te gerçekleşmiş ve M. Kemal’in Conkbayırı’ndan Yeni Zelandalıları sürmesi nedeniyle parladığı savaş olmuştu. Öte yandan, Mustafa Kemal’in Nisan 1915’te yapılan çıkartmanın ilk günlerinde oynadığı hayati rol bu tarihlerde pek bilinmiyordu. Bunun nedeni İttihat ve Terakki idaresinin savaşta komutanları değil sıradan askerleri ön plana çıkarma siyasetiydi. Bu siyaseti Cumhuriyetçi aydınlar, Enver’in, Atatürk’ün başarılarını sansürlemesi olarak yorumlaya gelmişlerdir.

“Adeta, ‘benim bir evveliyatım var, ben Anafartalar’dan önce de vardım’ der”

Mustafa Kemal ilk defa bu mülakatta çıkartmanın ilk üç gününde Arıburnu Muharebelerini ayrıntılı bir şekilde anlatarak kendi rolünün altını çizer. Adeta, ‘benim bir evveliyatım var, ben Anafartalar’dan önce de vardım’ der. İşte bu mülakat, ayrı bir kitap olarak 1930 senesinden itibaren düzenli olarak basıldı. Nutuk Atatürk’ün bu mülakatta çizdiği ana hatlar dahilinde Çanakkale Zaferini Arıburnu ve Anafartalar odaklı anlatır; böylece, Çanakkale Zaferi doğrudan Atatürk’e bağlanmış olur. Genelkurmay’ın yazdığı resmi savaş tarihinde ise Nutuk’taki çizgiden farklı olarak Atatürk’ün zafer anlatısında göz ardı ettiği diğer cephelerdeki bazı kahramanlar ve onların kritik müdahaleleri de kendisine yer bulabilecekti. Boğazlar üzerindeki Türk egemenliğini tesis etme çabasına bir dayanak olarak Çanakkale Zaferi gündeme getirilmişti. Ayrıca, ilk cumhurbaşkanının kariyerine bir başlangıç oluşturması açısından da zaferin altı çizilmekteydi. Çanakkale’ye ilginin artmasında tek-adam rejimi, mevcut Boğazlar rejimi, ve Musul meselesinin çözümü kadar Alman neşriyatı da önemlidir. Bu tartışma daha 1921 senesinde çıkmıştı. Çanakkale’yi savunan Osmanlı 6. Ordusunun kumandanı Liman von Sanders’in savaş hatıratı 1921 senesinde Harp Tarih Encümeni tarafından Türkçe olarak basıldı. İlginçtir ki, Encümen bu çeviriye bir ilave kısım ekleyerek Sanders’in zaferde kendi rolünü abartmasını ve bazı kritik hatalarını es geçmesini eleştirmiş, bazı görüşlerini ise kesin bir dille reddetmiştir. 1930’lara doğru devrin popüler yazarı Süleyman Nazif gibi, Çanakkale gazisi Bursalı Mehmed Nihad gibi isimler de başka Alman yazar ve hatırat sahiplerinin zaferi Almanlara mal etmesini sert bir dille eleştirmekteydiler. Demek ki 1930’lar Türk halkının yeniden Çanakkale Zaferini hatırlamaya başladığı yıllardır. Bu furya o kadar güçlüydü ki İngiltere yeni dönemde genç Cumhuriyet ile iyi geçinmek için bu durumdan yararlanabileceğini düşünmüştü. Çanakkale Savaşı’nın Britanya için resmi tarihini Aspinall-Oglander yazmıştı. Eseri okuyan İngiliz Dışişleri Bakanlığı kendisine Atatürk ile ilgili övücü değerlendirmelerde bulunmasını tavsiye edince yazar Atatürk’ü öven meşhur paragrafını esere ekledi. Bu eser Atatürk’e 1932 senesinde Britanya’nın Ankara büyükelçisi tarafından takdim edilmiştir.

“Sıkça yapılan ‘bizim’ vurgusu üstü kapalı bir şekilde Çanakkale’yi Türk’ün malı ilan ediyordu.”

1934-1950 İkinci dönem 1934 senesi ile başlar. 1934 senesi ile birlikte Cumhuriyet’in önündeki en büyük dış sorun yükselen İtalyan faşizminin Türkiye’yi apaçık tehdit etmesi ve bir cihan harbinin ufukta görülmesiydi. Türkiye 1934 senesinde evvela 18 Mart Deniz Zaferi Günü’nü resmi kutlama günü ilan etti. Türkiye bu devirde dünya barışı için en doğrusunun Boğazları barışçıl Türkiye’ye vermek olduğu tezini işledi. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü 1931 tarihlidir. Milletler Cemiyetine ise 1932’de üye olundu. Kuruluşundan tam 12 sene sonra. Atatürk’ün ölen Anzak askerlerini sahiplendiği meşhur sözleri bu dönemin ürünüdür. Bu meşhur sözler evrensel dostluğa ve barışa özlemi dile getiren, Atatürk’ün âlicenaplığını yansıtan sözler olarak halen kutsanmaktadır. Ne var ki, sözlerde sıkça yapılan “bizim” vurgusu üstü kapalı bir şekilde Çanakkale’yi Türk’ün malı ilan ediyordu. Atatürk bu türden siyasi mesajları 1931 senesinden beri vermekteydi. 1934 mesajı ise sanılanın aksine dış kamu oyunda ani bir etki yapmadı; zira, siyasi bir mesaj olarak algılandı. Bu sözlerin yeniden keşfi çok sonradır. Zaten Andrew Mango, A. L. Macfie ve Lord Kinross gibi biyografi yazarları Atatürk’ün bu ifadesine değinmezler bile.

“Burada ‘burası evvela bizim vatanımız’ vurgusu daha net görülüyor.”

1985 senesinde Anzak Koyu olarak yeniden adlandırılan Arıburnu Koyu’na dikilen taşa bu sözler kazınacaktı. Gelgelelim, ‘bizim’ vurgusu rahatsız edici bulunmuş olsa gerek ki ifadeler serbest çeviri yoluyla oldukça yumuşatıldı: “Gerçek ifade ise şöyle: Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Ama bu ifadeler şuna dönüştü: Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; göz yaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Daha doğru bir çevirinin geçenlerde şu şekilde yapıldı. Burada “burası evvela bizim vatanımız” vurgusu daha net görülüyor.

“Atatürk: ‘Halk isterse beni de kovar’.”

Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanması dönemin yerli basınında “2. Çanakkale Zaferi” olarak kutlanmıştır. Bu olayla Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik hakları perçinlendi. Bu sürecin kaybedeni ise ne yazık ki Çanakkale’nin Türkleştirilmesi politikaları nedeniyle bölgede yaşayan Yahudi vatandaşlarımız oldular. Ve Trakya olayları sonucunda bölgeyi zamanla terke zorlandılar. Çanakkale halkının kendilerini hırpalayıp kovmasından yakınan bir Musevi vatandaşa Atatürk’ün “Halk isterse beni de kovar” dediği dönem bu dönemdir. Demek ki, Çanakkale Zaferi’nin resmi olarak yeniden hatırlanması, Atatürk ile bağının kurulması, Kurtuluş Savaşının Çanakkale ile başlayıp Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarının tesisi ile sonuçlanacağı inancı ve bölgenin Türkleştirilmesi hep bir arada düşünülmelidir.

“Cihan Harbi’nden 35 sene sonra Türkler, İngiliz, Avustralyalı ve Yeniz Zelandalılarla Kore’de müttefik oldular.”

En baştan beri İngiltere’den ve Avustralya’dan Gelibolu’ya ziyaretler yapılmaktaydı. Sadece Avustralyalıları kapsayan ilk ziyaretçi grubu 1929 senesinde gelmişti. Fakat, 2. Dünya Savaşı esnasında Türkiye tarafsızlık nedeniyle bu ziyaretlere yasakladı. Öte yandan 1940 senesinde Mısır’da konuşlanmış Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler Çanakkale’nin 25. Yılını andıklarında Türk basını bu durumu sempati ile karşılamıştı. Avustralya ve Yeni Zelanda ise Türkiye’nin tarafsızlığını olumlu buluyorlardı. 1950-1980 Çanakkale’nin hem diplomaside hem de toplumsal bellekte özgün hususiyetine kavuşması Kore Savaşı iledir. Cihan Harbi’nden 35 sene sonra Türkler, İngiliz, Avustralyalı ve Yeni Zelandalılarla Kore’de müttefik oldular.  Bu seneler Gelibolu’da yoğun inşa faaliyetlerine sahne oldu.  25 Nisan Anzac Günü’ne Türkiye ilk defa resmi düzeyde 1953 senesinde katıldı. O zamandan beridir resmi katılım sürmektedir. Avustralya’ya 1967’den itibaren yerleşen Türk göçmenlerin de Anzak Günü oluşturulan yürüyüş kortejine katılmasıyla Anzak Günü Türkiye-Avustralya dostluğunu kutlama aracına dönüştü. Türkiye bu dönemde Gelibolu’da yoğun anıt ve sembolik mezarlık yapma faaliyetlerine girişti. Bunların en büyüğü Çanakkale Şehitleri Abidesidir.

Kral Edward: “Niçin Türkler buraya anıt yapmıyor?”

Nihal Atsız 1933 tarihli meşhur Çanakkale’ye yaptığı meşhur yürüyüş esnasında Mehmet Çavuş anıtının düşmanlarca dikilen anıtların yanında güdük kalmasına çok içerlemiş ama kendisini “zaten Mehmetçiğe anıt gerekmez” diyerek avutmuştu. Aynı şekilde İngiltere Kralı Edward’ı bölgede gezdiren Fahrettin Altay, kral “Niçin Türkler buraya anıt yapmıyorlar?” diye sorduğunda bir hayli utanmış ama tüm Gelibolu zaten bir şehitlik diyerek geçiştirme yoluna gitmişti. İtilaf güçleri işgal ettikleri Gelibolu’da mezarlıklar ve anıtlar yapmaya başladıklarında mecliste bazıları “Türkiye’yi ölülerine işgal ettiriyorlar” diye tepki göstermişlerdi. Dolayısıyla, Mehmetçik Abidesi toplumda büyük bir ilgi ile karşılandı. Bilhassa İstanbul’un Fethinin 500. Yıldönümü ve Çanakkale Zaferinin 40. Yıldönümünün yakın tarihli olması kamuoyu ilgisini artırdı. 

Türk ve Avustralya savaş malulleri birbirleriyle ilk defa 1955 senesi törenlerinde buluştular.

1960’lardan itibaren sağ-sol çatışmaları Çanakkale anma törenlerine sıçradı. Her sene Gelibolu’da toplanan öğrenci birlikleri kendi ideolojilerini Çanakkale zaferi üzerinden meşru kılma çabasına girdiler. Sağcı öğrencilere göre savaş hilalin haça karşı zaferiydi ve şimdi sıra iç düşmanlara (yani, komünist, mason ve Siyonistlere) karşı 2. Çanakkale Zaferini kazanmaya gelmişti. Solcu öğrenciler ise sağcı grupları zaferde Atatürk’ün adını anmadıkları için tenkit edip onları “mürteci, faşist ve popülist” ilan etmekteydiler. Çanakkale Türküsü, Ruhi Su tarafından yeniden meşhur edildiği 1970’lerde solcu öğrencilerin dilinde bir slogana dönüştü: “Ana ben gidiyom faşizme karşı.” Bu dönemde Çanakkale Zaferinin algılanmasında yükselen muhafazakar seslere en güzel örnek Broken Hill Tren saldırısı ile Kadeş gemisi rezaleti diye bilinen olaydır. Afgan kökenli iki Müslüman deve sürücüsü Avustralya’da Broken Hill isimli kasabada piknikçileri taşıyan bir trene 1 Ocak 1915 tarihinde saldırarak 5 masum insanı katlederler. Müslüman cemaat saldırganların cesetlerine sahip çıkmayınca bunlar bilinmeyen bir yere gömülürler. Hikmet Feridun Es Hayat Tarih dergisinde 1967 senesinde bu olayı çarpıtarak yazar. Ona göre bu saldırganlar aslında padişah halifenin cihat ilanına uyarak Çanakkale’ye asker taşıyan trene saldırmış kahraman Türk dondurmacılardı. 1990’lar tekrar hatırlanan bu saldırganların “Cihan Harbinin ilk şehitleri” ilan edildiler.

“Avustralyalılar Osmanlılarla savaşacaklarını ancak 18 Mart yenilgisinden sonra -yani saldırıdan 3 ay sonra- öğrendiler.”

 Hatta, Avustralya’daki bazı Türk-Müslüman gruplar bunların adına şehitlik abidesi dikmeye dahi kalkıştı. Bugün İslamcı mahfillerde bunların kamuoyunu Osmanlıya karşı savaşa ikna etmek için bizzat Avustralya gizli devleti tarafından ayartılmış kişiler oldukları görüşü bir hayli taraftar toplayabiliyor. Hatırlatmak gerek ki, Avustralyalılar Osmanlılarla savaşacaklarını ancak 18 Mart yenilgisinden sonra -yani saldırıdan 3 ay sonra- öğreneceklerdi. Kadeş Gemisi hadisesi Türk sağının seküler bir ruhla yapılan Çanakkale anma törenlerine duyduğu tepkiyi sembolize eder. Üniversite öğrencileri her yıl İstanbul’dan gemi ile Çanakkale’ye anma törenleri için gitmekteydiler. Sebilürreşad dergisi 1962 senesinde bu öğrencileri taşıyan Kadeş gemisinde içki, kızlı-erkekli dans ve seks hikayeleriyle bezeli bir skandal haberi yaptı. Buna göre öğrenciler sarhoş olmuş, hatta bir kız öğrenci donunu yelken direğinden fora etmişti. Bizzat gemide bulunan sağcı öğrenci birliği Milli Türk Talebe Birliği haberi yalanladı; ona göre Rum asıllı bir kadının güvertede soyunmaya kalkışması bu söylentilere sebep olmuştu.

“İslamcı basın daha dini içerikli anma töreni yapılması için kampanya başlattı.”

Gemide seyahat eden kızlardan 5 tanesi ise İstanbul Valisini ziyaret edip iffetlerine dil uzatıldığı için şikayetçi oldular; zira jazband eşliğinde dans eden kızlara artık “Kadeşçi” diye mimlenmekteydi. Bu olay bahanesiyle İslamcı basın daha dini içerikli anma törenleri yapılması için bir kampanya başlattı.  Aynı senelerde Mehmet Akif’te ifadesini bulan zaferi kutsal ve milli olarak görme eğilimi, F. H. Dağlarca’nın Çanakkale Destanında sürdürülmüştür. Bu haliyle savaş “yeni Türkiye’nin önsözüdür.” Bu ifade resmi söylemle uyum içindedir. Aynı senelerde Aziz Nesin ise Koca Seyit Onbaşının savaştan sonraki fakr-u-zaruretine bakarak savaşın anlamsızlığını vurgulayan ilk isimlerden birisiydi. Tabii ki savaş karşıtlığını Çanakkale üzerinden dillendiren ilk isim Nazım Hikmet’ti.  Savaş emperyalistlerin zalim bir oyunuydu. Sağ-sol çatışmalarına karşı devletin tepkisi yine Çanakkale mefhumunu kullanarak milli birliği vurgulamak olmuştur. Mesela, 1960 darbesinden hemen sonra Necmeddin Halil Onan’ın “Bir Yolcuya” adlı meşhur şiirinin bazı kıtaları Çanakkale tepelerine kazındı ki şiir aslında Dumlupınar zaferi hakkındaydı. Gelibolu Tarihi Milli Parkı’nın 1973’te kurulması da benzer bir kaygı ileydi. 1980 darbesinde sonra ise milli birlik ve beraberlik vurgusu kadar ordunun milletin kaderindeki vazgeçilmez olumlu rolü de anma törenlerinde vurgulanır oldu.

1980’ler Atatürk hakkında lider kültünün yaratılmasına sahne oldu.

 Cunta idaresi lider kültünü yaratmak için 1981 senesinde “Atatürk 100 Yaşında” kampanyasını kullanacak ve kendisini Atatürk nezdinde Cumhuriyetin koruyucusu ilan edecektir. Atatürk’ten alıntılarla yurdun dört bir yanı donatıldı ve “Atatürk Milliyetçiliği” formülize edildi.  Çanakkale bir kez daha Türkiye’nin vitrini olarak devreye sokuldu ve darbe sonrasında, 1985 senesinde, kamuoyunun hassasiyeti hiçe sayılarak Arıburnu Koyu Anzak Koyu olarak resmen yeniden isimlendirildi. Karşılığında Avustralya başkenti Canberra’da ve Yeni Zelanda başkenti Wellington’da birer Atatürk Anıtı yapılırken Wellington limanının bir girişine Atatürk adı verildi. Böylece içeride oluşturulan “Çanakkale Atatürk Demektir” algısı yurtdışına da taşınmış oldu. Bu ifade Cumhuriyet gazetesinin 1936’da Montreux’nün imzalanmasına binaen attığı başlıktır. 1990’larda devletin anma törenini diğer grupları dışlayarak tek başına kotarma sevdası nedeniyle kamuoyunun ilgisi tavsadı. Bu resmi söylem propagandasına tepki gösteren sağ ve sol kesimden aydınlar Atatürk’ün Çanakkale Zaferindeki rolünü tartışmaya açtılar.5 Çetin Altan, Abdurrahman Dilipak, Yalçın Küçük gibi isimlere göre Mustafa Kemal bir ihtiyat tümeninin kumandanı olarak tayin edici kararlar almış olamazdı. Ona atfedilen zaferler aslında başkalarına aitti. Nihayet Çanakkale’de zafer kazanılması, İstanbul sonradan işgal edileceğine göre pek de önemsenmemeliydi. Zafer solcu aydınlara göre Almanların sağcı aydınlara göre ise İslam adına savaşan sıradan erlerin zaferiydi. Bu görüşe göre resmi tarih, Atatürk’ü yüceltmek maksadıyla tüm zaferi haksız yere ona mal etmiş ve zafer gerçek sahiplerinden çalınmıştı. 1990’larda Kürt meselesi ve İslami hareketin yükselişi Çanakkale Zaferi üzerinden milli birlik ve beraberlik mesajı daha da vurgulandı. Örneğin 1993-2006 arasında yürürlükte olan 500.000 TL’lık banknotun arkasına Çanakkale Şehitliğinin resmi konuldu. Ayrıca Çanakkale şehrine Çanakkale Geçilmez ifadesinin işlendiği bir altın madalya hediye edildi. Çanakkale törenleri de gitgide daha militarist bir hal aldı; Avusturalya ve Yeni Zelanda’da hayatını vatanı için kaybeden sıradan askerin hatırasını yaşatmaya yönelik, savaşın anlamsızlığını ve barışın evrenselliğini vurgulayan anma törenlerinin aksine Türkiye’de törenler şehitlik mertebesi üzerinden ölümünü kutsandığı, menkıbevi kahramanlık hikayelerinin öne çıktığı ve ortak trajedi yerine Türkün zaferini vurgulamaktaydı.

Savaş Haçlı zihniyetini yansıtır ve zafer Osmanlı önderliğinde kazanılmış bir Müslüman zaferidir.

1990 senesi 75. Yıldönümü kutlamaları 2000’lerden bu yana askeri zaferi kutsayan, Çanakkale’yi İstiklal Savaşı’nın başladığı yer olarak sunan ve Atatürk’ün zaferdeki payına dikkat çeken tören anlayışı sürüyor. Öte yandan, yeni iktidar temsilcisi olduğu siyasi akımın etkisiyle evrensel din kardeşliği temasını da işlemektedir. Bu görüş Atatürkçü görüşe zıt düşmektedir. Buna göre Türkler aslında Çanakkale’de asla yalnız değillerdi; Balkanlar, Ortadoğu, Mısır ve Afrika’dan Müslümanlar Halife’nin Cihat ilanına uyarak Çanakkale’de Türklerle omuz omuza savaşmışlardı; nihayetinde, savaş Haçlı zihniyetini yansıtır ve zafer Osmanlı önderliğinde kazanılmış bir Müslüman zaferidir. Çeşitli belediyeler tarafından düzenlenen bedava Çanakkale gezilerinde benzer dini temalar yoğun bir şekilde işlenmektedir. Hulasa, Mehmet Akif’te en güzel ifadesini bulan milli ve maneviyatçı bakış açısındaki dinin insanları birleştirme ve motive etme rolü yeni bakış açısında bir seferberlik aracı değil de savaşın gerçek nedeni gibi sunulmaktadır. 2000’li yıllarla birlikte Atatürkçülerin çok vurguladığı “koca bir Darülfünun’un Çanakkale’de gömülmesi” temasına alternatif olarak Çanakkale’de asıl ölenlerin medreseliler olduğu görüşü de kendisine yer buluyor. Bu görüşe göre medreseliler Çanakkale’de yok olup gittikleri için memleketi Batıcı Kemalistler ele geçirmişlerdi ve İslami kesim ancak 1960’lardan itibaren kendi kadrolarını yetiştirerek memlekete sahiplenmeye başlayabilmişlerdi. Bugün geldiğimiz noktada 1980 Darbesinin yarattığı Atatürk tabusu kadar mevcut siyasi ortamdan beslenen İslami yorumlar da Çanakkale mirasını anlamamızı zorlaştırıyor.

“Bugün yılda ortalama 60.000 Avustralyalı ve Yeni Zelandalı Gelibolu’yu ziyaret ediyor.”

İdeolojik çekişmeler haricinde bir de Çanakkale hadisesinin ticarileştirilmesi meselesine değinmek gerekir. 1980’lerden bu yana sırt çantasını kapıp Çanakkale’ye gitmek Anzakların torunları arasında bir moda oldu. (Gelibolu filmi) Bugün yılda ortalama 60.000 Avustralyalı ve Yeni Zelandalı Gelibolu’yu ziyaret ediyor. Türk turistlerin sayısı ise milyonları aşıyor. Savaş alanı turizmi beraberinde ticarileşme tehlikesini getirmektedir. Hediyelik eşya dükkanlarında satılan ucuz Kahraman asker magnetleri, güya havada birbiriyle çarpışmış mermilerden yapılan kolyeler bir çok kesim tarafından şehitlerin hatırasına saygısızlık olarak görülmektedir. Türk turistlerin ziyaretten temel amacı savaş alanlarını gezerek dedelerinin çektikleri sıkıntıları yerinde tecrübe etmek, o ağır siper şartlarını anlayıp savaşı sorgulamak değil de daha çok sembolik mezarlarda dua etmek gibi duruyor. Bu tarz savaş tecrübesini ucuzlatan ıvır zıvır eşyaların alıcısı da genellikle bu turistler oluyor.

“Türkleri Kahraman, Anzakları öcü gibi gösteren, düşmanlık duygularıyla yoğrulmuş şovenist mesajlar vermekten geri durmayan çizgi romanlar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edildi.”

Genelkurmay’ın bastığı ve Milli Eğitim Bakanlığının öğrencilere tavsiye ettiğii skandal bir çizgi roman görüyorsunuz. Durum öyle bir hal aldı ki, Çanakkale Zaferini anlatan çocuklara yönelik Çizgi-romanlar dahi Türkleri Kahraman, Anzakları öcü gibi gösteren, düşmanlık duygularıyla yoğrulmuş şovenist mesajlar vermekten geri durmamaktadır.  Çanakkale hakkında yazılan 1000’in üzerinde şiir var. Bunlar üzerinde yapılan bir araştırmalar şiirlerde öne çıkan temaların çeşitliliğini göstermektedir: anti-küreselleşme, AB üyeliği karşıtlığı, Hollywood kahramanlarına alternative olarak yerli Çanakkale kahramanlarının öne çıkartılması gibi konuları işlemekte ve genel olarak olarak savaşı sorgulamak yerine onu yüceltme amacına hizmet etmektedirler. Son olarak iyi yöndeki gelişmelere de değinmek faydalı olur.

“Askerlerin birbirlerinden ziyade kara sineklerle, dizanteriyle, aşırı sıcak ve soğuklarla ve nihayet açlıkla savaşmak zorunda kaldıklarını öğrendiler.”

Son zamanlarda çoğulculuğa doğru bir gidiş de var. Siper hayatının doğurduğu ortak acıları, sıradan askerlerin trajedisini işleyen Tolga Örnek’in belgeseli iyi bir örnek. Belgeseli izleyen bir çok kişi askerlerin birbirlerinden ziyade kara sineklerle, dizanteriyle, aşırı sıcak ve soğuklarla ve nihayet açlıkla savaşmak zorunda kaldıklarını daha önce bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Topçu Zabiti Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın tartışmalı hatıratı sayesinde başlayan tartışmalar da Türk kamuoyunun gayri-Müslim Osmanlı askerlerine dikkatini çekmeyi başardı. Avustralyalılar da 1980’lere kadar Aborijin askerlerin göz ardı etmekteydiler. Yeni Zelanda yerlileri Maoriler de savaşta bir hayli önemliydiler. Kısacası bastırılmış seslere günümüzde daha fazla dikkat ediliyor. Örneğin, Esat Paşa hatıratında Çanakkale’deki şanlı ordusunun %3’ünün Ermeni er ve zabitandan oluştuğunu ifade eder. Halen göz ardı ettiğimiz bir mesele kadınların ve çocukların savaşa katkısıdır. İhtiyat zabitliği meselesi Cihan Harbi tüm harp sahnelerinde ihtiyat tümenleriyle nizami tümenlerin bir arada kullanıldığı bir savaştır. İhtiyat askeri olmak veya ihtiyat kuvvetlerine komuta etmek bu açıdan ikincil statü demek değildi.

“Bu inisiyatif zaferde belirleyici olmuştur.”

Deniz muharebeleri esnasında Mustafa Kemal’in 19. Tümeni nizami tümendi ve ancak kara çıkartması öncesi yarımadadaki merkezi konumundan dolayı ihtiyat tümeni addedildi. Böylece her yere yetişebilecekti. Mustafa Kemal çıkarmanın ilk günü kendisinden bir tabur asker göndermesi istendiği halde bir alayın başına kendisi geçerek bölgeye gitti. Bu inisiyatif zaferde belirleyici olmuştur. Balkan savaşları esnasında Gelibolu’da görev yapması hasebiyle bölgeyi çok iyi tanıması da inisiyatif kullanmasını mümkün kıldı. Çıkarmanın ilk üç gününde rütbesi ile orantısız bir şekilde 2 tümenden fazla asker onun komutasına verilmişti. Bu gerçek onun ilk günlerde oynadığı kritik rolü ortaya koyar. Resmi tarih bu gerçeğe çok vurgu yapar. Gelgelelim, çıkarmanın ilk üç gününde diğer cephelerde savaşıp zafer kazanmış, yer yer inisiyatifi ele alarak emir-komuta zincirinin dışına çıkmış ve İtilaf kuvvetlerini kıyılarda tutmayı başarmış diğer komutanları bu anlatıya eklememeyi tercih eder. Bu sansür perdesi bir dereceye kadar Genelkurmay’ın resmi tarihinde aralanmıştır. Bugünkü neşriyatta artık M. Kemal’in yanı sıra diğer komutanların, 57. Alayın yanı sıra diğer kıtaların rolü de sıkça belirtilmektedir. Meşhur olma meselesi Mustafa Kemal’in muharebeler esnasında tanınmayan bir kumandan olduğu iddiası pek gerçeği yansıtmaz. Mehmet Emin Yurdakul daha 1915 senesinde yazdığı Zafer Yolunda isimli eserinde yer verdiği Ordunun Destanı şiirinde Mustafa Kemal’in adını andı ki onun adına değinilen ilk şiirdir: Ey bugüne şahid olan sarp hisarlar, Ey, kahraman Mehmed Çavuş, siperler, Ey, Mustafa Kemallerin aziz yurdu, Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!

“Bir zafer heykeli dikilecekse o heykel Çanakkale’yi kurtaran M.Kemal Bey olmalı”

 Çanakkale’de savaşmış H. Cemal isimli bir subay da 1915 tarihinde yazdığı Ulu Cenk başlıklı kitabında M. Kemal için şöyle diyor: Yarınki Harbiye nazırımız. Çanakkale’ye bir zafer heykeli dikmek şerefi ile Türkler şeref kazanacaklarsa o heykelin, Çanakkale’yi kurtaran M. Kemal Bey olması lazımdır. M. Kemal savaş sonrası Edirne’de “Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı M. Kemal, Çok yaşa” yazılı afişlerle karşılanacaktı. M. Kemal için H. Cemal’in arzuladığı heykel o an için Çanakkale’de yapılmadı ama Urfa’da 1917 senesinde onun adına bir anıt çeşme dikildi. Neden Urfa? Çünkü Arap alayları olarak bilinen M. Kemal emrindeki efsanevi 19. Tümenin 72. ve 77. alaylarından terhis olan askerler, memleketleri Urfa’da komutanlarını o kadar çok anlattılar ki mutasarrıf Nusret Bey onun adına bu anıtı diktirdi. Ayrıca, bir caddeye de “Mustafa Kemal Paşa Caddesi” adını verdi. Maalesef 1972 senesinde Urfa Valisi Turgut Sayın bu anıtı Diyarbakır-Mardin-Gazi Antep yol kavşağına nakletmiştir.4 Nisan 1918 tarihinde Bitlis ve Muş’u kurtarması anısına kendisine Erzurum valisi Sabit Bey bir seccade hediye etmiştir. İlgili yazıda diğer hizmetleri sıralandıktan sonra “Çanakkale’de hidemat-ı fevkaledesi meşkur olan Mustafa Kemal Paşa hazretlerine takdim” edildiği yazar. Ayrıca 1915 senesiyle birlikte fotoğrafları basında çıkmaya başlamıştı bile. İlk fotoğrafı 27 Ekim 1915 tarihli Donanma Mecmuası’nda çıktı. Ancak adı anılmamıştı. 29 Ekim 1915 tarihli Tasvir-i Efkar’da da bir resmi basıldı. Resim altında şöyle yazıyordu: Çanakkale muharebe-i berriyesinde fevkalade yararlıkları görülen ve emr-i müdafaadaki iktidar ve maharetiyle bihakkın ihraz-ı şan ve şeref eyleyerek Boğazları ve makam-ı hilafeti kurtaran kumandanlarımızdan celadet-i fıtriye ve havarik-i hamaset ile mümtaz Miralay Mustafa Kemal Beyefendi Bu durum Enver Paşa’yı bir hayli kızdırmıştır. Ayrıca 9 Aralık 1915 tarihli Donanma Mecmuası, Aralık ve Ocak 1916 tarihli Harp Mecmuası, 6 Ocak 1916 tarihli Servet-i Fünun mecmuasında da fotoğrafları yayınlanacaktı. Sonuç olarak Mustafa Kemal Bey’in “Anafartalar Kahramanı” olması ileriki kariyerinde etkiliydi. Öte yandan Cumhuriyet’i kurması ve Atatürk kimliğini alması da Çanakkale Zaferi’ne bakış açımızı şekillendirmiştir.

HALİL ŞAFAK

 

 



E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir