VEFATININ 99. SENE-İ DEVRİYESİNDE TARİHÇİ YAZAR MUSTAFA TURAN’IN SULTAN II. ABDÜLHAMİD HANLA RÖPORTAJI

featured

Mustafa TURAN: Şevketlü Hünkârım! 1876’da tahta çıktınız. Kanun-i Esasi’yi (Anayasa) kabul edip I. Meşrutiyeti ilan ettiniz Sizin hakkınızda “V. Murat’ın hastalığı üzerine tahta çıkmak için II. Abdülhamid Han Mithat Paşa ile pazarlık yapıp bazı şartları kabul etti” diye ortalıkta bir takım şayialar var. Bu söylentilere de bir cevap lütfeder misiniz?

  1. ABDÜLHAMİD HAN : “Bunların aslı yoktur. Gerçek şudur ki, Sadrazam Rüştü Paşa ile Mithat Paşa benimle biraderimin hastalığı sırasında bir görüşme yapmışlar, Mithat Paşa, benim bu konudaki (Meşrutiyet)fikirlerimi öğrenmeğe teşebbüs etmiştir. Ben de Kanun-u Esasi’nin ilânından yana olduğumu kendilerine söyledim. Gerçekten o yıllarda böyle düşünmekteydim ve nitekim Mithat Paşa’yı uzaklaştırdıktan sonra da hem Kanun-u Esasî’yi ilân ettim, hem Meclisi savaş içinde olduğumuz halde topladım ve bütün savaş boyunca Meclis çalışmalarını sürdürdü.

Gerisi yalandır. Ben, nasıl bir padişah olmalıyım ki, Vezirime senet imzalayayım?.. Vezirim nasıl bir mecnun olmalı ki, Padişahına şart koşabilsin!. Bunlar, düşüncesi kıt kimselerin sonradan yakıştırdıkları şeylerdir. Mithat Paşa, haris ve atılgan bir Vezirdi ama deli değildi.”

Mustafa TURAN: Sultanım! Amcanız Sultan Abdülaziz intihar mı etti? Yoksa öldürüldü mü? Bu konudaki fikriniz nedir?

  1. ABDÜLHAMİD HAN: “Cennetmekân amcam, pek vakur bir hükümdardı. Amcam merhum, ağır başlı ve herkesi de kendisi gibi eli ve yüreği açık zannedecek kadar insanlara güvenliydi. Hüseyin Avni Paşa gibi kinci bir adamı hem bağışladı, hem de Seraskerliğe getirdi, İşte amcam, bu hatasına kurban gitmiştir. Ortada, uydurulmamış, herkesin bildiği, belli bir olay vardı ki o da rahmetli amcamın kanlı ölümü idi. Sultan Abdülâziz intihar mı etti, yoksa onu şehit mi ettiler?…Ben hâlâ o inançtayım ki, Aziz amcam intihar etmiş değil, öldürülmüştür. Serasker’i, padişaha düşman eden sebep, bir aralık rütbe ve nişanları alınarak memleketi olan İsparta’ya sürülmüş olmasıdır. Kinci Hüseyin Avni Paşa bunu unutmadı ve eline geçen ilk fırsatta intikamını aldı.”

Mustafa TURAN: Sultanım! Tahta çıktığınızda o andaki Osmanlı’nın ve dünyanın genel durumu ne haldeydi? O günkü manzarayı özetleyebilir misiniz?

  1. ABDÜLHAMİD HAN:“…Amcamın şehadeti ve biraderim Murad’ın aklına zarar getirmesinden sonra tahta çıktığım zaman, dışta ve içte büyük meselelerle karşı karşıya kaldım. Payitaht karmakarışıktı. Birkaç ay gibi kısa bir zaman içinde iki padişah düşürülmüş, biri şehit edilmiş, biri mecnun olmuştu. Ordunun ve Devletin ileri gelenlerinden bazıları bu işlere karışmışlar, suç işlemişlerdi. Korku içindeydiler. Hem devleti ellerinde tutuyorlar, hem de korkuyorlardı. Yıkmak için aralarında birleşebilmişlerdi ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İşin elebaşısı Hüseyin Avni Paşa, kendisini sürgüne gönderen padişahı tahttan düşürmüş, şehit ettirmiş, muradına ermişti ama iş birliği ettiği arkadaşlarının ayrı havalar çalmasından tedirgindi. Mithat Paşa ve arkadaşları, hesap verme korkusu içinde Saray’ı (Padişahı) bütün haklarından tecrit etmek sevdasına düşmüşlerdi. Sadrazam Rüştü Paşa, her iki tarafa da güvenemiyor, ama onlardan da bir türlü ayrılamıyordu.. Durmadan konaklarda toplanıyorlar, konuşuyorlar, fakat bir karara varamıyorlardı.

Bunun haricinde olan devlet büyükleri, olup biteni ibretle seyrediyorlar, bazıları bana gelip bunun önüne geçmemi benden istiyorlardı. Kararsızdım. Mithat Paşa, halka bir kurtarıcı gibi görünmekteydi. Avrupa devletleri de kendisini destekliyorlardı. Halkın vicdanı ve o günlerdeki Avrupa efkârı umumiyesiyle beraber olmak, aklın ve siyasetin icabıydı; ben de öyle yaptım, Mithat Paşa’yı sadrazam tayin ettim.

Malî duruma gelince: Hazine borç içindeydi. Varidat her yıl biraz daha azalıyordu. Tanzimatdan beri her şeyimizi Avrupa’dan getirtir olmuştuk. Yerli tezgâhlar birer birer sönüyordu. Her tarafı Avrupa bezleri kaplamıştı. Kurulmuş birkaç fabrika bile kapanacak hale gelmişti. Kendi yağımızla bile kavrulamıyorduk. Yol yoktu. Haberleşme güçleşmişti. Geniş imparatorluk toprakları kendi kaderine terk edilmiş gibiydi. Yeni yeni okullar açılmış, birçok gençler Avrupa’ya gönderilip okutulmuştu gerçi… Fakat daha devlet, kadrolarını dolduramamıştı. Sefaretlerde Rum soyundan memurlarımız vardı ki, bazıları Yunanistan’a hizmet etmeyi, Osmanlı’ya hizmetin üstüne çıkarıyorlardı.

Tahta çıktığım günlerde bu hakikatleri bilmiyordum. Bunları Rus muharebesi sırasında birer birer ve tecrübeyle öğrendim. Bir şey daha ortaya çıktı ki, düşman vardır, fakat dost yoktur! Salip, her zaman müttefik bulabilmekte, fakat Hilâl, her zaman yalnız kalmaktadır. Osmanlıdan menfaat bekleyenler ona dost görünmekte, fakat umduğunu bulamadığı zaman, hemen düşman kesilmektedir. Ben de siyasetimi bu esas üstüne kurdum. Düşmana, düşmanın silâhı ile gitmek şarttı!.

Osmanlı ülkesinin o yıllarda hangi buhranların içinde olduğunu kısaca anlattım. Şimdi o yıllarda dünyanın ne hallerde olduğunu da kısaca anlatmalıyım ki, otuz bu kadar yıl güttüğüm politikanın mesnedleri ortaya çıksın.

Tahta geçtiğim yıllarda dış politikada ilk gözüme çarpan şey, Prusya’nın Fransa’yı yendikten sonra Alman birliğini kurmuş olması oldu. Muktedir bir devlet adamı olan Bismarck, küçücük Prusya’dan koskoca bir Almanya çıkarmasını bilmişti. Birkaç yıl içinde doğup gelişiveren bu devlet, Avrupa kuvvetler dengesini bozmuş, bütün devletlerin dış politikalarında büyük değişiklikler gerektirmişti.

O zamana kadar İngiltere ile yarışan Fransa bu yarışı bırakmadı ise de hafifletti. Kendi güvenliğini sağlamak için Ruslarla anlaşma yollarını aramaya başladı Osmanlı ülkesindeki ihtilâflarda sürekli olarak Rusları desteklemiştir. Benim tahta çıktığım yıl, İngilizler Hindistan’ı ele geçirmişlerdi. Bir yandan Hint yolunun güvenliğini sağlamaya gayret ediyorlar, bir yandan Çin’e, Orta Asya’ya girmeğe çalışıyorlardı. Ruslar da bu yıllarda gözlerini Orta Asya’ya çevirdiler.

Amerika’da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. Dünya Yahudileri  teşkilatlanmıştı. Mason Locaları yoluyla Filistin’de Yahudileri yerleştirmek için, büyük paralar karşılığı benden toprak istemişlerdi. Tabii reddettim.

Apaçık görüyordum ki, Avrupa’nın büyük devletleri kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben bu kuvvetlerin önünde tek başına duramazdım. Gücümüz yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birine daha büyük lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti. Yine apaçık görüyordum ki, Almanya’nın kurulmasıyla bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi ama bana uzak da görünmüyordu.”

Mustafa TURAN: Padişahım! Kanaatimce sizin en büyük talihsizliğiniz, devleti çok kötü şartlar altında ve ateş yığınları arasında teslim almanızdı. Hükümdarlığınızın her günü bin muamma ile doluydu. Siz İslam birliğini tesis ve idame etmek amacıyla bir yandan İslam memleketlerine şeyhler, seyyitler ve dervişler gönderiyor, öte yandan Tatar, Gürcü ve Çerkez göçmenleriyle yakından ilgileniyor ve onlarla samimi bir işbirliği kuruyordunuz. Darfur ve Sudan gibi yerlerin şeyhlerini dahi ihmal etmiyor, onlarla yakın dostluklar tesis ediyordunuz. Medrese öğrencilerini dahi Orta Asya ve Hindistan’a yollayarak, onların aracılığıyla İslam birliği mesajını ulaştırıyordunuz. Kuzey Afrika’dan Çin ve Japonya’ya kadar özel heyetler oluşturularak bu amaç uğruna devasa bir seferberlik icra ediyordunuz.. Hatta 1908 yılında Çin’in başkenti Pekin’de “Darü’l Ulumi-l Hamidiye (Hamidiye Üniversitesi) dahi açmayı başarmıştınız. Böyle bir performans ile devleti 33 yıl başarıyla idare ettiniz.  Sizden sonra Umumi Harp çıktı ve yenildik. Ecdat yadigârı topraklar eriyip giderken, nice koçyiğitler cephelerde harcandı. Bütün bunlar, devlet ehliyetli ellerde yönetilseydi, mesela siz tahtta olsaydınız olmayabilir miydi?

  1. ABDÜLHAMİD HAN: “Evet, ben idarede olsaydım bütün bunların hiç biri yaşanmazdı. Benden sonra koca Rumeli gitti. Afrika gitti. Kafkaslar gitti. Adalar gitti. Ben yarın ecdadıma ne derim? Mekke gitti, Medine gitti. Peygamberler diyarı Kudüs gitti. Bıraksalar elime kılıcımı alır küffara karşı savaşırdım. Hiç değilse savaş meydanında ölürdüm. Bunu da bana çok gördüler. Aman ya Rabbi! Ben Allah’ın ve Rasülüllah’ın huzuruna hangi yüzle çıkarım?”

Mustafa TURAN: Bazı çevreler sizin için,“Padişah, okumuş akıllı adamların düşmanıdır” tezini savunuyorlar. Onlara karşı bir cevabınız olacak mı?

  1. ABDÜLHAMİD HAN: “Ben, akıllı insanların düşmanıymışım! Bunu utanmadan yazabiliyorlar. Eğer «akıllı» dedikleri, kendileri gibi ise, ben öyle akla hayatımın hiçbir gününde itibar etmedim. Yok, eğer gerçekten akıllı insanlara düşman olduğumu söylemek istiyorlarsa, bir tek örnek versinler, hepsini kabul edeyim. Hayır, ben hiçbir zaman okumuş adamdan korkmadım. Fakat birkaç kitap okumakla kendisini allâme sayan ahmaklardan çekindim ve onlardan uzak durdum. Avrupa milletlerinin laboratuarlarına imreneceğine, kılık kıyafetlerine imrenen Frenk delisi şaşkınlar, benim yanımda itibar görmediler. Bundan pişman değilim. Hiç, her köyde bir cami ve caminin yanında bir mektep görmek için otuz bu kadar yıl çabalamış bir padişah, bilgi ve akıl düşmanı olabilir mi?

Benim zamanımda basılmış kitaplara baksınlar, bir de sonrakilere.. Avrupa’nın ne kadar büyük filozofu, âlimi, edebiyatçısı varsa bunların en seçilmiş eserleri benim zamanımda basılmış, satılmış ve okunmuştur. Benim korunmak istediğim Avrupa’nın bilgisi değil, Avrupa’nın düşmanlığı idi. Binlerce talebeyi Avrupa’ya göndererek okumalarını ben sağladım. Ben bunlarla iftihar ederim.

Ben bütün hayatımda akıllı insan aradım. Ne yazık ki bulamadığım için, bazen bu kitapları yazanlar gibilerini de kullandım. Hiç akla ve bilgiye düşman olsaydım, Darülfünunlar açar, Mülkiye-i Şahane gibi devlete ve millete bilgili insan yetiştiren mektepler kurar mıydım? Hiç akla ve bilgiye düşman olsam, horozdan kaçan genç kızlarımızın okuması için Dar-ül Muallimat’lar kurar mıydım?.. Hiç akla ve bilgiye düşman olsam, Galatasaray Sultanisini Avrupa’nın Üniversiteleri ayarına çıkarıp, orada talebelere hukuk dersleri okutur muydum?

Ben, Mülkiye-i Şahâne’ye felsefe dersini koydurduğum zaman, bütün talebe «Bizi gâvur yapmak istiyorlar» diye ayaklanmıştı. Ama ben gâvurluğun bilgide değil, cehalette olduğunu biliyordum. Israr ettim, okudular, adını sadece «Hikmet»e tebdil ettik. Darülfünun’da da bu dersi «Fizik» diye okuttuğum gibi…

Ben yalnız mektepler açarak okumuş insan yetişmesine çalışmakla kalmadım, kendi kendilerini yetiştirmek yolunda olanları da teşvik ettim. Cevdet Paşa’yı Ahmet Mithat Efendi’yi, Şemsettin Sami Efendi’yi, hattâ kendisini büyük tarihçi sanan Murad Efendi’yi ve daha nicelerini maddeten ve manen destekledim ve eser vermelerini sağladım. Diğer edebiyatçıları nasıl himaye ettiğimi daha önce söylemiştim.

Fakat ne kadar gariptir ki, bugün bana düşmanlık edenlerin hemen hepsi, benim açtırdığım mekteplerde okumuş oldukları halde, bana «Akla ve bilgiye düşmandır» demekten maalesef utanmıyorlar.

Hayır, tekrar ediyorum ve kırık kalbimle temin ediyorum ki ben iyi, güzel, faydalı hiçbir şeyin düşmanı olmadım; bunlara düşman olanlardan başka.Ben hayatımda akıllı adam aradım. Ne yazık ki bulamadım. Maneviyatı sönmüş, din, diyanet ve hamiyet damarları kurumuş olan işbu memurların kötü iş ve rüşvetleriyle ülke nereye kadar götürülebilirdi?”

 Mustafa TURAN: Sizin adınız bazı çevreler tarafından neredeyse sansür kelimesiyle birlikte anılır olmuştur. Nedir bu sansür meselesi? Biraz açabilir miyiz?

  1. ABDÜLHAMİD HAN:“Bir küçücük kasabamızda yüzde ellinin üstünde gayr-i müslim varsa, orada kaymakamın ve memurların gayri müslimlerden seçilmesini adaletin icabı görüyorlardı da, koskoca 250 milyonluk Hindistan’ın İngiltere Parlamentosunda bir tek temsilcisi olmadığını düşünmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. İngiltere’de Meşrutiyeti görmüşler ve hayran olmuşlardı. Ama İngiltere’de Meşrutiyeti kimin kullandığına bakmamışlardı bile…

Bu cahilane fikirlerini gazetelerde yazmak, memleketi böylece altüst etmek istiyorlardı; bırakmıyordum. O zaman «Zalim» diye bana hücum ediyorlardı.

Avrupa’ya giden bazı gençler, orada lâboratuvarda ne olup bittiğine başlarını bile çevirmeden kadınların erkeklerle dans ettiklerini görüyorlar, içki içtiklerine hayran kalıyorlar ve memlekete gelince, Avrupa medeniyetinin üstünlüğü diye bunu öğütlemeğe çalışıyorlardı; yanlıştır diyordum.  Yine Avrupa’ya gönderdiğim gençlerin bazıları, Fransız İhtilali’ni okuyup öğreniyorlar, bu ihtilalin neden koptuğunu araştırmadan buna özeniyorlar ve memlekete geldikleri zaman, halkı ayaklanmaya çağırmayı vatanseverlik sayıyorlardı; izin vermiyordum. O zaman, tıpkı ülkemin düşmanları gibi bana «Kızıl Sultan» diye hücum ediyorlardı. Ben bu fikirlerin memleketimde yayınlanmasına engel oluyordum.

Sansür (dedikleri) işte budur!

Çeşitli çalkantılar içinde ayakta durmağa çalışan ülkeme, şifa yerine zehir sunmak isteyenlerin önüne geçmenin adı «Sansür» dür.

Yazdım, yine yazacağım. Söyledim, yine söyleyeceğim; benim ülkemde hangi fikir adamı, hangi edebiyatçı, hangi bilgin faydalı bir yazı yazmış, konferans vermiş yahut kitap çıkarmış da ben bunu önlemişim? Bırakınız önlemeyi, ben buna destek olmamışım? Bu kendini bilmez, yaşadığı ülkeyi bilmez, görüp okuduğunu bilmez bazı kalemler, bazı kelimelerle beni taşlamak hevesine düşmüşler ve memurlarım ülkenin vahdetini ve huzurunu korumak için bunları engellemişlerse, kendilerine memleketim namına teşekkür ederim. İyi etmişler, berhudar olsunlar!..

33 sene saltanat sürdüm. Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat istediği gibi bir hürriyet, gelişi güzel bir serbestiyeti de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele basında pek revaçta olan müstehcen resim ve yazılara sinsi fikirlerin hâkim olmasına asla müsaade etmedim. Milli ananelerimizin bozulmasına da taraftar olmadım.”

Mustafa TURAN: Efendim sizin deha derecesindeki diplomasi vizyonunuz yanında, geleceği görme gibi bir ferasetinize de tarih şahit olmuştur. Mesela siz tahta çıktığınızda askere cülus bahşişini şehzadeliğinizde kazandığınız kendi paranızdan ödemiştiniz. (Daha önce hazineden ödenirdi) Bütün hanedan üyelerinin maaşlarını % 50 düşürmüştünüz. Bu gibi tedbirlerle 252 milyon borç, tahttan indiğinizde 30 milyona düşmüştü.  Osmanlı da, ekonomik olarak eski saygınlığını kazanmıştı. Fakat İttihatçılar bu borçları 10 senede 600 milyona yükselttiler. Türkiye de 1950 lere kadar tıkır tıkır bu borçları ödemek zorunda kaldı.

Sorum şu: Sizi tahttan indirdikten sonra ittihatçılar hakkında ve ülkenin geleceği ile ilgili bazı kaygılarınız vardı. Peki, neydi bu kaygılar?

DEVAMI PAZARTESİ…



E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Çok değerli hocam röportajı okuduğumda sanki cennet mekan Abdülhamit han Hz lerinin kulağıma fısıldayisini ve günümüzü asır öncesinden tasvir edisini hissettim.okurken Hayretlerimi gizleyemedigim bu calismanin kıymeti harbiyesinin ölçülemez olduğu kanaatindeyim. Öz hemşehrilerim dediği Bilecik li olmanın bahtiyarligiyla Abdülhamit hana Rabbimden rahmet. Bu güzel çalışmalarınızdan dolayı sahsiniza burmetlerimi sunuyor kolaylıklar diliyorum.

    Cevapla