1. Haberler
  2. Manşet
  3. GÜL, SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ’İ REMZEDER

GÜL, SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ’İ REMZEDER

featured

 

Sembol deyip geçmeyin. Çünkü semboller çok şey ifade eder. Mesela, Osmanlı Arması’na baktığımız zaman, çok değişik semboller ve simgelerin o armaya ustalıkla işlendiğini görürüz. 
 Çiçekler, güller ve taşlar da yer yer sembol olarak kulanılmıştır. Mesela bunlardan Lâle, 12. asırdan itibaren daha sık kullanılır hale gelmiştir.  Bilindiği gibi Lâle motifi, Allah’ın birliğini, bir başka ifadeyle  “Vahdet-i Vücud”’u simgeler. Çünkü Allah (cc) lafzı ile Lale kelimesindeki harflerin ebced hesabındaki sayı değerleri aynıdır. Hilâl kavramı da hakeza öyledir.  Estetik güzellikten öte, islâmi yorumuyla da lâle, kutsal addedilmiştir. Osmanlı Tarihindeki “Lâle Devri” zevk ve safa’yı çağrıştırmakla beraber, olaya bir de bu vecheden bakmak gerekir.  
 
Osmanlı devlet adamı ve Müslüman halkının her şeyinden çok, hatta canından çok sevdiği Pegamberleri Hz. Muhammed (sav)’in sembolü ise“gül” dür. Peygamberimiz çoğu kere gül ile tasvir edilmiş ve gül ile anlatılmıştır. Osmanlılarda hilyeler çok yaygındır. Ömer Kara’nın ifadesine göre Hilye: “ İslami Türk edebiyatı’nda Hz. Muhammed(sav), dört halife, diğer peygamberler, Allah dostları veliler ve tarihe iz bırakmış İslam büyüklerinin fiziki ve ruhi(iç ve dış) ve bunların özelliklerini anlatan manzum ve mensur eserlere verilen isimdir.”  
  Hilyelerin gül ile tasarlanmış olanlarına “Verd-i Muhammedi”, ya da “Gül-i Muhammedi” denir. Bu kavramlar aynı zamanda Peygamberimizin kokusu için de kullanılır.  Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz’in latif kokusuna benzeyen en yakın kokunun gül kokusu olduğu söylenir. Bizim geleneksel kültürümüzde, gül kokusu Peygamberimizin terinin kokusudur. Nitekim Mevlid yazarı Süleyman Çelebi de:
Terlese güller olurdu her teri,
Hoş dererlerdi terinden gülleri” diye anlatır. 
Fuzuli ise “Su” kasidesinde güle işaretle der ki:
Suya versin bağban gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün, tek verse bin gülzâre su.
Gül gül dedi bülbül, güle gülmedi gitti
Gül bülbül’e, bülbül güle yâr olmadı gitti” diyen Şair de güle ne güzel  ve derin anlamlar 
yüklüyor.
 
Mevlana da Peygamberimiz’in gül ile remzedildiğine atfen: “Sevdiklerinize gül verin. Gülünüz yoksa gülüverin.”demiyor mu?
Diğer taraftan gül, kendi alanında kategorize edildiğinde, şu sonuca varılır. Şayet gül henüz tomurcuk halinde açmamış ise, Cenab-ı Hakk’a ulaşma yolunda kul’un henüz pişme aşamasını simgeler. Gül açılmışsa eğer, kulun olgunlaştığına ve insân-ı kâmil haline geldiğine delalet eder.  Bir Tarihçi olarak, bize sorulan en yoğun sorulardan biri de, Fatih’in portresinde niçin gül kokladığı meselesidir. Şimdi bu hususa temas ettikten sonra, Fatih’in meşhur portresinde niçin gül kokladığı da anlaşılmıştır sanırım. Durum böyle olunca, Allah(cc) ve Peygamberini sembolize eden, lâle ve gül’ün bir arada kullanıldığı pek çok yer de vardır. Gerek lâle ve gerekse gül,  ilâhi güzelliği remzetmelerinden dolayı, süsleme sanatlarında kullanıldığı gibi, mezar taşlarının da değişmez motifleri olmuşlardır.  Her yıl Beytullah’ın gül suyu ile yıkanmasının, Mescid-i Nebevi’yi aydınlatmak için gül yağının kullanılması, Kâbe ve Mescid-i Nebevi’nin halıları İstanbul’da dokunduktan sonra gül suyu ile yıkanmasının da bir anlamı olsa gerek.
Diğer çiçeklerden sümbül motifi,  “Halvetilik” veya sümbülüye tarikatının sembolü olarak bilinir. Çokça kullanılan Yasemin çiçeği ise,  Rasülüllah’ın kızı Hz. Fâtıma'nın sembolüdür. Karanfil, hüznü sembolize ederken, menekşe çiçeği de alçakgönüllülüğü simgeler.    
 Bir gün Hz. Peygamber(sav), Hz. Ali’nin hanelerini ziyarete gitmişlerdi. Hz. Ali, eşi Fâtıma ile çocukları Hasan ve Hüseyin’le birlikte çok mutlu olduklarına şahit olunca, sevinmişler ve hırkasını açarak bu dört kişiyi sarmışlardı. Böylece hırka (aba) altında toplanan bu beş kişiye “Pençe-i Âl-i Abâ” denmiştir. Bunlar için Âl-i Âbâ, Âl-i Muhammed, Hamse-i Âl-i Âbâ, da denir. Burada geçen pençe aynı zamanda el anlamı da taşır. Dolayısıyla elimizde olan beş parmak, Hz. Muhammed(sav), Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i hatırlatır. Buna göre, başparmak Peygamberimiz’i, Şahadet parmağı Hz. Ali’yi, ortanca parmak Hz. Fatıma’yı, yüzük parmağı Hz. Hasan’ı, serçe parmak da Hz. Hüseyin efendimizi sembolize eder. Sevgili Peygamberimiz torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için: “Onlar benim dünyadaki reyhanlarım” demişti. Bir başka defasında da: “ Bunlar (Hasan ve Hüseyin) kızım Fatıma’nın oğullarıdır. Allah’ım! Ben onları seviyorum. Sen de onları sev. Onları sevenleri de sev” buyurmuştu.
Özellikle, Ehl-i Beyt sevgisi konusunda oluşan geleneğin temelinde Peygamberimiz’in vefatlarına yakın bir dönemde irad ettikleri şu vasiyetlerine dayanmaktadır. Bu söz Medine Tarihçisi Seyyid Nureddin es-Senhuri’nin kaleme aldığı “El-Mevaridu’l-Haniyye fi Mevridi hayri’l-Beriyye” isimli eserinde şöyle nakledilmektedir: “İttekullahe  vehfezûnî fî İtreti.” 
Yani:“Allah’dan korkun ve Ehl-i Beytim konusunda benim hakkımı koruyun” buyurulmuştur. İşte tarih boyunca, özellikle Müslüman Türk milleti tarafından bu vasiyet titizlikle yerine getirilmiştir. 
“Muhyissünne İmam-ı Begavi Mesâbih-i Şerif’te Sa’d B. Ebi Vakkas’tan rivayet ediyor: Âli İmran süresinin 61. Ayeti olan “ De ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı kendimiz ve kendinizi çağıralım” ayeti inince, Rasülüllah Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı. Ya Rabbi! Bunlar benim ehl-i beytimdir buyurdu.”    
Osmanlı’da Peygamber sevgisi ve muhabbeti o kadar doruğa yükselmiştir ki, şu husus da, bu tesbitmizin en güzel tercümânıdır.  Bilindiği gibi İslam tarihinde, Rasülüllah’ın torunlarından Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere de “Seyyid” adı verilir. Nâkibu’l-Eşraflik  makamı, Müftil-Enam ve Şeyhü-l İslam’dan sonraki en yüksek makam olarak telakki edilirdi…. Nâkıbulerşaf’ın yanında “Şecere-i Mutayyıbe” adında Seyyid ve Şerif’lerin kayıtlı olduğu bir de defter olurdu.
Osmanlı, bu ünvanların suistimal edilmesini önlemek ve Seyyid ve Şerifler’in her türlü ihtiyaçlarını temin etmek maksadıyla, bunları büyük bir itina ile şecere defterlerine kaydettiği gibi, bu Peygamber nesillerinden bir de  “Nâkibüleşraflık ( şerefli vekiller) kurumu oluşturmuştur. Bu kurumun başına da “Nâkibüleşraf” ünvanıyla Hz. Peygamber soyundan bir memur atamıştır. Savaşlarda bu memur, Rasülüllah’ın sancağının hemen ardında yürümüş ve Padişah’ın yanıbaşında bulunmuştur. Sevgili Peygamberimiz’in hatırasına da Seyyid ve Şeriflerden hiç bir sevgi, saygı ve hürmet esirgenmemiş, hatta bunlar “askeri sınıf” addedilerek vergiden de muaf tutulmuşlar, zaman zaman da Padişahlara cülûs törenlerinde Eyüp Sultan’da kılıç kuşandırmışlardır. 
Osmanlı, onları koruma ve kollama adına kanunlar dahi çıkarmıştır. Halk ise seyyid ve şeriflere “Emir” der ve azami hürmeti gösterirdi. Peygamber Efendimiz’e duyduğu edep ve hürmetten dolayı, onların önüne geçip yürümezdi. Onlar bayram merasimlerinde devlet ricalinin önünde otururlardı.
“Seyyid ve şerifler “imtiyazlı bir zümre olarak, diğer askerler gibi vergiden muaftı ve kendilerine ağır cezalar verilmezdi. Onlara verilen belgeye “Siyâdet Hücceti” denirdi. Ayrıca siyadet defterlerine isimleri işlenirdi.”  
Osmanlı devleti “cihat ve gaza” görevi üzerine bina edilmişti, bu görevi yüzyıllar boyu yerine getirdi. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar İslam uğruna savaşmasalardı, Haçlılar ve Batılılar’ın Müslümanları hezimete uğratacakları muhakkaktı.
“Türklerin İslam dinine girişleri tarihin en önemli olayıdır” görüşü tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Bu tarihi akış içinde, Osmanlı Devleti, dünya görüşü, toplumu toplum yapan kurumlarıyla, Medine’de kurulup Dört Halife, Emeviler, Abbasiler, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklularla devam eden İslam Devleti’nin son halkasıdır. Nitekim I. Kosova savaşındaki Türk okçuları, Uhut savaşında bin ok atmış olan Sa’d b. Ebi Vakkas’a benzetilmişlerdir. (Çanakkale’de savaşanlar da hakeza Bedrin aslanlarına) Kanije ve çevresi, Medine-i Münevvere’ye vakfedilmişti. Yani o arazilerden kaldırılan ürünlerin geliri, Peygamber şehrindeki insanlara ayrılmıştı. Kastamonu devrekâni’ye bağlı Çayırcık’taki hamam da Haremeyn vakfından idi. Yani gelirleri Mekke ve Medine’ye gönderiliyordu. Batıda yazılmış kitaplardan, Osmanlı tarihini yanlış öğrenen, Türkler’i emperyalist ve sömürgeci sanan Arab kardeşlerimizin, bu konuları artık doğru olarak anlamaları gerekir.”  İslam mimarisinde geometrik şekiller önemli bir yer tutar ve sonsuzluk ve süreklilik çağrışımı yapar. Bu yönü itibarıyla da zihinde daima Allah (cc) fikrini uyandırırlar. Böylece sıra sıra geometrik desenler, mutlak  ve sonsuz olan gücü simgeler.
 İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan türbe ve kümbetlerin hemen hemen hepsi sekizgen mimari planıyla yapılmıştır ki, Eyüp Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman türbeleri buna iki güzel örnektir. Bu mimari plandaki incelik ise, Cennetin sekiz kapısının olduğu ve kabirlerimizden kalkıp hesabımızı verdikten sonra, istediğimiz kapıdan Cennete girebilme aşk ve iştiyakından başka bir şey değildir.