Yüce Rabbimiz, bizlere aile olmayı emretmiştir. Aile, insanı yetiştirir, onu topluma kazandırır ve insanın mutluluğunu sağlar. Aile en sağlam kale, toplumun temeli, çekirdeği, hayati ve temel bir müessesesidir. Yüce Rabbimizin; “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 30/21) ayeti aile olmanın önemini vurgular. O esma-i hüsnasındaki “vedûd” ismi celilinden meveddet gibi halisane, karşılıksız bir sevgiyi, varlığının bir delili olarak aileye lütfetmiştir.
İslam, aile kurumunun huzur, sevgi ve rahmet anlayışı ve ruhu üzerine bina edilmesini ister. Müslüman ailesi; bir huzur yuvası, bir sevgi ve rahmet pınarı olmak durumundadır. Ailede anne ile baba birbirleriyle huzura kavuşurlar; çocuklar bu huzurlu ortamda dünyayı tanırlar ve karşılıklı sevgi ve rahmet membaında kişilik kazanırlar. Ana ve baba baş tacıdır, meşru istekleri yerine getirilir, meşru emirlerine itaat edilir. Yüce Rabbimiz, tevhit hakikatinin hemen yanı başında kişinin anne babasına karşı taşıdığı sorumluluğa işaret eder (İsrâ, 17/23-24).
İslam’a göre ailede çocukların da özel bir yeri ve değeri vardır. Onlar, Allah’ın birer emanetidir ve değerlidir. Çocuğu erkek veya kız olarak veren Allah’tır. İlahi murat, ana babanın bu emanete sahip çıkmalarını ve onların iyi yetiştirilmesini ister. “Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir.
Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, dilediği kimseyi de kısır yapar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir.” (Şûrâ, 42/49-50)
Evlatlar dünya ağacının meyveleri, ailenin moral gücü, neşe ve hayat membaıdır. Esasen onlar, büyük dünya imtihanının birer parçaları mesabesindedir; “Mal ve çocuklarınızın sizin için birer imtihan olduğunu ve büyük mükâfatın Allah katında bulunduğunu bilin.” (Enfal, 8/28)
İnsan neslinin, evladın korunması dinin hedefleri arasına giren bir değer olup, diğer yandan da Müslümanlar için bir imtihandır. Müslümanların bu değerli varlıklarla ilgili sorumlulukları vardır. Müslümanlar mal ve evlatla sınanacaklardır. Bunlarla olan ilişkileri kulluklarına olumlu veya olumsuz etki edecektir. Ve nihayetinde bu nimetlerden hesaba çekileceklerdir. “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layıktır. (Kehf, 18/46) Müminlerden, mal ve çocuklarının Allah’ı anmaktan alıkoymaması istenmiştir (Münâfikûn, 63/9). Allah sevgisi ile servet ve evlat sevgisi arasında gerekli dengeyi kurmak, Müslüman’ın temel sorumluluklarındandır. Müminlerin, istek ve menfaatleri Allah’ın emirleri ile çatıştığında Rablerine itaat etme sorumlulukları vardır. İnsan servet ve evlada düşkündür. Bu durum zaman zaman ilahi emirlere uyma konusunda onu zor duruma düşürebilir. Bununla birlikte Allah’a itaatte devam ve sebat edenler imtihanı kazanırlar. Diğer taraftan evlada kazandırılacak güzel ahlak, iyi terbiye dünya ve ahirette en büyük kazanç olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Bir babanın çocuğuna bırakacağı en büyük miras, güzel bir terbiyedir.” (Tirmizi, Birr, 33) buyurmaktadır.
Aile içerisinde herkes üzerine düşen görevleri bir ibadet bilinci ile yerine getirir. Aile fertlerinin görevleri ve sorumlulukları Hz. Peygamber’in sünnetinde ortaya konulmuştur. Hz. Peygamber’in “Hepiniz çobansınız. Sizden her biriniz birer çobansınız ve her biriniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet yöneticisi bir çobandır ve yönettiği kişilerden sorumludur. Evin erkeği bir çobandır ve aile bireylerinden sorumludur. Evin hanımı, kocasının evi içinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve bunun yönetiminden sorumludur.” (Buhari, Cuma, 11; Müslim, İmara, 20) buyruğu bu noktada önem arz eder. Ailede eşler arasında zaman zaman baş gösterebilecek kırgınlıklar, hem bu görevlerin ihmaline hem de aile yuvasının dağılmasına bir mazeret olmaz; “Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadıysanız, olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda pek çok hayır yaratmış olur.” (Nisâ, 4/19)
İnanç, ibadet ve ahlaki değerler başta olmak üzere günlük hayatın tüm alanlarında İslam’ı anlatarak, açıklayarak ve yaşayarak biz Müslümanlara örnek bir hayat sergileyen Allah’ın Resulü’nde (s.a.s.) Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır (Ahzab, 33/21). Sevgili Peygamberimiz, tüm aile fertlerine daima merhametle, adaletle, iyilikle, güzellikle davranmış bütün ilişkilerinde insan onuruna saygıyı esas almıştır. “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım.” (Tirmizi, Menakıb, 63) buyurmuştur. Aileyi korumanın ve güçlendirmenin, ailede huzuru yaşamanın yolu, Peygamberimiz’in (s.a.s.) sünnetinde gösterdiği değerleri ailede hâkim kılmaktır. İnsanın aileye duyduğu ihtiyaç ve ailede huzuru temin edecek değerler her daim hayati kıymet ve önemi haizdir. Müslüman aileler kendilerini gerekli donanımlarla mücehhez kılmak sorumluluğundadır. İlim, irfan, ihsan, salih ameller, insani değerler, dünya ve ahiretlerini imar edecek güzellikler ve ahlaki hamide, kemal vasıflar ile mücehhez olarak yararlı insanlar olmak bunlardan bazılarıdır. Bu nitelikler ile Resulüllah’ın (s.a.s.) öngördüğü Müslüman aile modelini kurmak ve yaşatmak, en temel sorumluluklarımızdandır.
Kaynak: Dib Yayınları
Hazırlayan: Ümmühan BAYRAKÇI- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizi
DİN İSTİSMARINA KARŞI BİLGİ AHLAKI
“Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” (Zümer, 39/18)
Bir Müslüman için bilgi, büyük bir sermaye, önemli bir imtiyaz vesilesi ve aynı zamanda ciddi bir sorumluluk sebebidir. Dinî metinlerimizde ilim sahibi olmak çok övülmekle birlikte bunun aynı zamanda ciddi bir sorumluluk getirdiği ve bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirmeyenlerin kınandığı belirtilmektedir. Örneğin bir ayette Allah Teâlâ Yahudi din bilginleri hakkında “Sizler kitabı okuduğunuz hâlde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara, 2/44) buyurarak sahip oldukları bilgiye uygun hareket etmemeleri yüzünden onları kınamaktadır. Hz. Peygamber böyle kimselerin düşeceği hazin tabloyu şöyle tasvir etmektedir: “Kıyamet günü bir adam getirilip cehenneme atılır ve bağırsakları dışarı fırlar. O kişi, eşeğin değirmen taşı ile döndüğü gibi bağırsaklarıyla birlikte dönmeye başlar. Derken etrafına cehennemlikler toplanır ve ‘Ey filan, ne bu hâl? Sen iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaz mıydın?’ derler. O da ‘Evet, ben iyiliği emrederdim, ama onu kendim yapmazdım. Kötülükten alıkoyardım, ama onu kendim yapardım.’ diye karşılık verir.” (Müslim, Zühd, 51)
Doğruyu ve iyiyi bildikleri ve bunları başkalarına tavsiye ettikleri hâlde kendilerini bundan müstağni gören zihniyet, bilgiye sahiptir ancak ahlakından yoksundur. Bu konuda varit olan ayet ve hadisler, ahlaktan yoksun bir bilginin, insanın sırtında bir yük olduğunu bize işaret etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ Yahudi din bilginlerinden misal vererek bilginin ahlakını kuşanmayanları ve bilgiyi değere dönüştürmeyenleri kitap yüklü merkeplere benzetmektedir: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumuna benzer.” (Cuma, 62/5)
Aslında bir bütün olarak Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda ayetlerde salt bilgiden ziyade bilginin söylem ve eylemleri dönüştürücü gücüne vurgu yapıldığını söyleyebiliriz. Şayet bilgi, kalbimizi, söylemlerimizi ve eylemlerimizi değiştirmiyorsa bir kıymeti yoktur. Nitekim Allah’a iman etmiş olmak için Allah’ı bilmek yeterli değildir, ona kalbimizle inanmamız gereklidir. Aynı şekilde namazın, orucun farz olduğunu bilmekle namaz ve oruç ibadeti üzerimizden düşmez. Bu ibadetleri yaptığımız zaman Allah’a karşı görevlerimizi yerine getirmiş oluruz. Tabii bunları yapabilmek için namaz ve orucun ahkâmını bilmek gereklidir. Bunları bilmeden doğru bir şekilde ibadet etmemiz mümkün değildir. İşte bundan dolayı bilgi, dinimizde çok kıymetli sayılmıştır.
Maalesef tarihte olduğu gibi günümüzde de bilgi, kimilerinin elinde bir istismar aracına dönüşmektedir. Nasıl ki din, istismarcılar için bir araçsa bilgi de üzerinden mal ve mevki devşirilen bir güç olarak algılanmıştır. Hâlbuki bu konuda Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uyarısı açıktır: “Allah rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu alamayacaktır.” (Ebû Dâvûd, İlim, 12; İbn Hanbel, II, 338)
Şu unutulmamalıdır ki bilgiyi istismar aracı olarak kullananlar, tarih boyunca bilgiden yoksun ve bilgiyi kimden alacağını bilmeyen kimseleri hedef almışlardır. Bu nedenle din istismarına karşı en güzel mücadele bilgiyle ve bilgi ahlakıyla olur. Şu hâlde bilginin doğruya ve iyiye ulaştıran bir vasıta olduğunu, insanın bilgisinin sınırlı olduğunu, her bilenin üstünde daha çok bilen biri olduğunu, verilen bilgilerin yanlış olabileceğini, ilmin dünyevi menfaatlere araç kılınmaması gerektiğini bilen bir kimse istismarcılarının tuzağına düşmeyecektir.
Bu konuda bizim yolumuzu ışıtan en güzel kandil Allah’ın kitabıdır. Kur’an-ı Kerim’de söylenen sözleri dinleyip de en güzeline tabi olanları Allah şöyle müjdelemektedir: “Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte onlar, Allah’ın doğru yolu buldurduğu kimselerdir. Asıl onlar, akıl ve izan sahipleridir.” (Zümer, 39/18) Bu ayet-i kerime müminlere çok önemli bir ölçü vermektedir. Ancak bu ölçünün kullanılması, birtakım ön şartların yerine getirilmesine bağlıdır. Bunlardan en önemlisi kişinin aklını kullanmasıdır. Zira aklını kullanmayan kimse iyi ile kötüyü ayırt etme kabiliyetine sahip değildir. Bundan dolayı büyük müfessir Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1210) tefsirinde bu ayetten hareketle aklın bu kabiliyetine dikkat çekmiş, insanın her konuda akli istidlal ve muhakeme yöntemlerine değer vermesi gerektiği noktasında önemli izahlar yapmıştır (Kur’an Yolu Tefsiri, 4/608). Bu konuda ifade edilmesi gereken bir diğer ön şart da usulünce söylenen her söze kulak vermektir. Nitekim sözün en güzeline tabi olmak için birden fazla sözü dinlemek gerekir. Tek kaynaktan beslenmek zihin konforu açısından ilk başta makul gözükebilir. Ancak muhakeme ve eleştirel düşünme yeteneğini zayıflattığından uzun vadede kişinin ilmî yönden gelişmesini engelleyecektir. Öte yandan bu tür bir bilgilenme, beslenilen tek kaynağın yanlış bilgileri içerebileceği ihtimalinin göz ardı edilmesine neden olacaktır. Ancak bu ön şartları yerine getiren kişi, dinlediği sözlerin en güzeline tabi olabilir.
Sonuç olarak insanımızın gönül dünyasında ciddi tahribat yapan din istismarına karşı en güzel mücadele, doğruluğu teyit edilmiş kaynaklardan bilgilenmekten ve bilginin hangi amaçla kullanıldığının tespiti noktasında şuurlu olmaktan geçmektedir.
HAYATIN ÇALAR SAATİ
Her şey şehre bir yabancının gelmesiyle başlamadı. Ya da sözü yükseltmenin ses kısıklığıyla alakası yoktu. Böyle cümleler, çoğu anlaşılmayan ve birileri tarafından mühim ilan edilen yazarların kitaplarında olur. Ancak dünya büsbütün başka bir şeydir. Bu da bizim iddiamız olarak kayıtlara geçsin. Bu minvalde sokaklarda akan hayatla satırlarda süren yaşam arasında yaya olarak katedilemeyecek mesafeler vardır. Öyleyse herkesin dünyası kimsenin hayatına benzemez güzellemesini rahatlıkla yapabiliriz. Zaten ünsüz bir düşünürümüz bu konuya yeterince temas etmiştir. Gelelim asıl meseleye…
Dünya dediğimiz gezegende canlılar yaşar. Yaşamsal fonksiyonları nefes alıp vermelerinden anlaşılabilir. Ancak yaşamak, hayatta olunduğu anlamına gelmez. Yaşayan az sayıda canlı dünya hayatının içindedir. Sosyal, siyasal, kültürel veya dinî yönden devam eden bir dünyanın içinde herkes bulunduğu alanın normuyla şekillenir. Yaşadığı muhit, siyasi görüşü, kültürel yapısı ve dinî kimliği kişiyi oluşturur. Seçme ve sessiz kalma hakkı olmadan bir şekilde dünyası kurulmuştur. Esasında bu durumun parmak hesabına konu olacak kadar yararı yoktur. Zaten kendisi de bundan habersizdir. Aynı hayatı yaşayarak aynı kişileri çoğaltarak devam eder. Korkuları, kaygıları hep kendi alanında sevinç ve coşkuları yine kendi yönünde cereyan eder. Yankı odalarında süren bir ömürdür bahse konu olan. Bu durumda yakından görülemeyecek kadar çok tehlikeleri vardır. Uzaktan bakınca da işin içinden çıkılmaz. Hiç bakmamak en iyisi değildir elbet.
Kişiyi yaşadığı dünyanın dışında bir hayatın varlığına ikna etmek hazır atom da parçalanmışken daha kolay olmalı diye düşündük ve kaleme kâğıda sarıldık. Birtakım soruları hatırlatmak istedik. Yaşamak denilen şey nedir? İnsan yaşayabilir mi bir hayatı olmadan? Yaşam topluca mı devam eder? Kısacası bütün suçu yaşamın toplumsal öğrenme tarafına yıkıp sıyrılabilir miyiz? Bizimkisinin hayatı değil de yaşamı seçmesinde hiç mi kabahati yoktu? Bu sorulara verebilecek bir cevabımız yok ama kabul ediyoruz sorular gayet güzel.
Peki, dünya hayatı nedir? İşte buna bir cevap bulabiliriz. Hayat; var olan, canlı, diri ve yeşeren bir zeminin kelimesidir. Temas etmeyi, dokunmayı ve hissetmeyi içerir. Tecrübe ve yaşanmışlık, seçip ayırma ve tercih etme kulvarlarının yolcusudur. Dünya hayatı denilince tüm bu manaları özne olarak yaşayan insan kastedilir. İnsan dünyasının öznesi ise hayatta demektir. Dolayısıyla hayatın tam merkezini insan oluşturur. Yaşamın merkezinde ise insandan başka her şeydir. Eser miktarda dahi insan içermez diyerek azıcık abartabiliriz. Hayatta olan insan canlı, düşünen, hisseden, üzülen seçen ve tercih eden bir öznedir. Yaşamını sürdüren ise onaylanan, kabul gören, sevilen, takdir toplayan, yerilen bir kişidir. Hayat, insanı şahsiyet sahibi yaparken yaşam kişiyi uygun hâle getirir. Artık tüm değerler farklılaşmıştır. Yaşamdaki kişi uyumlu statülerin çocuğu, kazanan ve vergisini ödeyen gayet nizami bir canlı iken hayattaki insan dünyaya sataşmakla meşguldür. Hangisi daha sempatik geliyorsa onu olayım seçeneğinin sunulmadığı gezegenimizde hayatta ya da yaşamda olmayı tercih etmek tamamen dünyalıya ait bir konudur. Dahası bu tercih dünya sonrası hayatı da belirler.
Hayattaki insanın özgün kederleri, cevap aradığı soruları, içinden çıkamadığı duygu ve düşünceleri varken yaşamını sürdüren kişi faturaları falan ödemek için hesaplar yapar, çocuğunu kolejlerde okutur, pazara akşam vakti gidip en taze zerzevatı alır. İnsan hayattayken ağaçları, çiçekleri vs. görebilir ama yaşayan kişinin bunları fark etmesi için en iyi ihtimalle bir teleskopa ihtiyacı olacaktır. Hayat, insanı sürükleyip bir yerlere götürür, yaşam ise kişiyi tek bir duvara çiviler. Hareket kabiliyeti son derece kısıtlı olan yaşama nazaran hayattaki insan için her daim devinim vardır. Hayat insanı güldürür, ağlatır, şenlendirir, keder verirken yaşam hedefler ve amaçlar bulvarına sokar. Hayatın hatıralar ile sıkı fıkı ilişkisine rağmen yaşam menfaat ve çıkar üzerinden yol alır. Hayatta kusur, kabahat ve hatalara uygun bir yer ayrılmışken yaşamda bunlar sümen altı edilir. Hayat keyifli anları kovalamakla meşgulken yaşamın hep bir geçim sıkıntısı vardır. Telaşlar ve etiketler arasında mekik dokuyan bir yaşama karşın hayatın çalar saati yoktur. Yaşam zamanın ritmine ayak uydurmakla uğraşırken, hayat kıymetli vakitleri kollar. Hayat demonte insanı kurar ve herkes gibi olup kimseye benzemez hâllere sokar bu sırada yaşam sıradanlığın sarmalında debeleniyordur. Hayat dünyaya sataşır, ilkelerini seçer, yeni yollara sefere çıkar, sağa sola hatıra yerleştirir, iz bırakır, tecrübenin rüzgârına güvenir ve eskimez bir ömrü inşa eder ancak yaşam buna hiç yanaşmaz ve sürekli tükenen bir sonu seçer. Hayat vardır ancak yaşam var edilmiştir. Hayat, sessiz, sakin ve dingindir ancak yaşam son derece geveze ve gürültülü. Hayat güzel yaşam zordur.
Kaynak: Dib Yayınları
Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizi
24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN.