1. Haberler
  2. Gölpazarı
  3. Bilecik’in bu ilçesini tanıdınız mı? Eski isimleri Resulşel, Dönen, Akçaoba, Akça Ova..

Bilecik’in bu ilçesini tanıdınız mı? Eski isimleri Resulşel, Dönen, Akçaoba, Akça Ova..

featured

Gölpazarı ilçesi göç yolları üzerinde bulunduğu için çok eski zamanlardan itibaren milletlerin uğrak yeri haline gelmiş olup çok çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Hitit, Frig, Lidya, Pers, Roma,Doğu Roma ve son olarak Osmanlı Beyliğinin eline geçerek Türk hâkimiyeti altına girmiştir.

Çok eski zamanlardan beri insanlar tarafından yerleşim yeri olarak kullanılmış, daha sonraları zamanla yıkılmış ve doğal bir tepe görünümü almış eski yerleşim yerlerine “höyük” denilmektedir. Höyüklerde kazı yapıldığında aşağı doğru inildikçe eski çağlardan günümüze değin orada yaşamış milletlerin izlerine rastlanmaktadır.

Gölpazarı Kaymakamlığı’nın resmi sitesinde yer alan kayıtlara göre, Gölpazarı’nın da eski çağlardan beri yerleşim yeri olarak kullanıldığı bilindiğine göre burada da höyüklerin olabileceği kesinleşmektedir.

Ancak bu höyüklerde henüz bir kazı yapılmadığı için bilgilerimiz sadece höyüklerin varlıklarıyla sınırlıdır. Bu höyüklerde kazı yapılmasının ardından Gölpazarı’nın bilinmeyen tarihinin de aydınlanacağı, bizden önce burada yaşamış insanların uygarlıkları hakkında bilgi sahibi olunacağı kuşku götürmez bir gerçektir.

Gölpazarı ilçesinde kazılmayı bekleyen toplam dört adet höyük bulunmaktadır.

Kurşunlu köyünde iki tane Arıcaklar köyünde bir tane Son olarak bulunduğu köye de ismini veren Gölpazarı’nın en büyük höyüğü Üyük köyündedir.

İLKÇAĞ UYGARLIKLARI DÖNEMİNDE GÖLPAZARI

Tarihte Bitinya bölgesi olarak bilinen ve Gölpazarı’nın da içinde bulunduğu bölgede ilk olarak Hititler devlet kurmuştur. Ancak bu devletten günümüze gözle görülür bir tarihi eser kalmamıştır. Hititlerin ardından Sakarya Nehri çevresinde başkent Gordion olmak üzere devlet kuran ünlü Midas Efsaneleri sayesinde dilden dile dolaşan Phrylerin (frigya) yaklaşık 300 yıllık Orta Anadolu yaşamlarında, Gölpazarı da ev sahipliği yapmıştır. Ne yazık ki Gölpazarı’nı da içine alan ve günümüzde de tam olarak yazıları çözülemediği için Frig uygarlığı hakkında pek az şey bilinmektedir. Ancak emin olunan bir gerçek var ki o da Phryglerin ölülerini ‘tümülüs’ adı verilen tepe görünümlü, üzeri toprakla örtülü ahşap mezar odalarına ve de kaya mezarlarına gömdükleri. Özellikle tümülüslerdeki tepenin yüksekliği gömülen kişinin sosyal statüsünü göstermekteydi. İlçemiz sınırlarında hiç tümülüs var mı bilinmiyor ama incirli köyü yakınlarında bulunan dört adet kaya mezarının bu döneme ait olduğu sanılmaktadır. Ne yazık ki bu mezarların üzerinde bulunan taşların üzerine Frigler tarafından yazılmış yazılar, kazınarak tahrip edilmiştir. Bu topraklar Phryglerin yıkılmasının ardından Batı Anadolu’da hüküm süren Lidya Devleti’nin eline geçmiş. M. Ö. 546 da Lidya Devleti’nin Persler tarafından ortadan kaldırılmasıyla bir dönem Pers İmparatorluğu’na da ev sahipliği yapmıştır.

M. Ö. 3. yüzyılın başlarında Bitinya Krallığı kurulmuştur. M. Ö. 1. yüzyılda Romalılar tarafından idare edilen bu bölge, Roma İmparatorluğu’nun parçalanması üzerine Bizans Devleti’nin idaresine geçecektir.

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ SONRASI DÖNEMDE GÖLPAZARI

1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile Türkler Anadolu’ya yerleşmeye başlamışlar, doğudan batıya bütün Bizans topraklarını fethetmişler, böylece Anadolu Türklerin yurdu haline gelmiştir. Alparslan’ın komutanlarının Anadolu’da ilk Türk beyliklerini kurmalarıyla başlayan Anadolu tarihimiz, 1075 yılında İznik’te Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’yle devam etmiştir.Malazgirt Meydan Muharebesi sonrası dönem içersinde Anadolu’ya doğudan gelen Türk boyları yerleşmeye başlayacaklardır.

Anadolu Selçuklu Devleti doğudan gelen Türkmenleri iyi savaştıkları için sınırları korusunlar diye uçlara yerleştirmiştir. Bunlara daha sonra uç beyliği denilecektir. Bu dönemde gelen Türk boylarından Bayat ve Beğdili boyları da yurt olarak Gölpazarı topraklarını seçmişlerdir. Günümüzde bu isimle anılan köylerimiz mevcuttur. Türkler’de her boyun bir simgesi vardı. Bu simgelere Bayat ve Bedii (Üzümlü) köylerinde rastlanılması bu boyların buralara yerleştiklerini kanıtlar niteliktedir. Yine Türk boylarından biri olan ve ileride Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Kayılar da Anadolu Selçuklu Devleti Hükümdarı tarafından devleti Bizans”a karşı korusunlar diye Söğüt ve çevresine yerleştirilmişlerdir.

1243 yılında Anadolu Selçuklu Devleti ile Moğollar arasında yapılan Kösedağ Savaşı’nın ardından Anadolu’daki Türk siyasi birliği bozulmuş olup Anadolu, Moğol tehdidi altına girmiştir. Bunun üzerine Anadolu Selçuklu Devleti topraklarında özellikle batı sınırında Germiyanoğulları, Eşrefoğulları, Menteşeoğulları ve Osmanoğulları Beyliği kurulmuştur. Bu beyliklerin kurulmasıyla beraber Anadolu tarihimizin üçüncü dönemi olan ikinci beylikler dönemi başlamış olmaktadır.

OSMANLI DEVLETİ DÖNEMİNDE GÖLPAZARI

1243 Kösedağ Savaşı’nın ardından kurulan beylikler içerisinde en güçsüz ve en küçük olanı ileride Osmanlı İmparatorluğu’nu kuracak olan ve küçüklüğünden dolayı Osmancık diye anılan Osmanoğulları’dır. En küçük olmasına rağmen devleti kuracak olan Osman Gazi’nin izlediği siyaset ve kuruldukları konumun kendilerine verdikleri imtiyazdan yararlanarak kısa sürede diğer beyliklerin en güçlüsü haline gelecektir. Çünkü Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu coğrafya son demlerini yaşayan ve taht kavgalarıyla boğuşmakta olan Bizans Devleti’nin Anadolu’daki sınır boylarıdır. İşte Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey Anadolu’daki diğer güçlü Türk Beylikleri ile mücadele etmektense Bizans üzerine seferler yaparak diğer beyliklerin de sevgisini ve desteğini kazanmayı başaracaktır.

Osmanlı Devleti’ni kuracak olan aile Oğuz Türklerinin Gün Han Kolu’nun Kayı Boyu’ndandır. Kayı kelimesi kuvvet ve kudret anlamına gelmektedir. Kayılar 400 çadır halkı olup 13. yüzyılın ikinci yarısında Ertuğrul Gazi’nin başkanlığında yönetilmekteydi. Ertuğrul Bey akıncılarıyla birlikte Selçuklu sultanlarının yanında yer almıştır. Bunun üzerine Selçuklu Sultanı da mülk olarak Söğüt’ü Ertuğrul Bey’e verecektir. Bu sıralarda Kayılar kışlak olarak Söğüt’e yaylak olarak da Domaniç’e yerleşmişlerdir.Doksan yaşına kadar Osmanlı Beyliği’ni idare etmiş Ertuğrul Gazi’nin ölümünden sonra yerine yirmi üç yaşındaki oğlu Osman Gazi geçmiştir. Ertuğrul Gazi’nin türbesi Bilecik’in Söğüt ilçesinde yani Osmanlı Devleti’nin ilk başkentinde bulunmaktadır.Yaklaşık altı dönümlük görkemli ağaçlarla bezeli,yemyeşil bir bahçenin ortasında oğlu Savcı Bey ve silah arkadaşları, Gazi Abdurrahman, Samsa Çavuş,Karamürsel, Konur Alp, Gündüz Alp ve Dündar Bey gibi daha nice kahramanlar nöbet beklemektedir. O dönemde Türk boylarına boy beyi seçilirken o boy içerisindeki ileri gelen beylerin onayı çok önemliydi. Osman Bey kardeşleri arasında daha zeki, atılgan, cesur ve de boy beylerine kendisini sevdirmiş olduğundan neredeyse babasının yerine gösterilebilecek tek aday olmuştu.

Osman Bey ve çeşitli kökenlerden gelen Gazi önderlerin (Alpların) çevresinde toplanan savaşçı Türkmenler Bizans üzerine akınları gitgide sıklaştırmışlardır. Bu dönemde. Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş devirlerinden itibaren askeri tarihinde önemli rol oynamış ve bilhassa akıncı teşkilatında görev almış ümera ailelerinden birisi de Mihaloğulları ailesidir. Kökeni Osman Gazi zamanında Harmankaya tekfuru olup sonradan Müslüman olarak Abdullah ismini alan Köse Mihal’e bağlanan bu aile yüzyıllarca imparatorluğa hizmet etmiş, kuruluş ve yükseliş devirlerinde ünlü kahraman gaziler yetiştirmiştir.

Osman Bey ile Köse Mihal’in arkadaşlığı şu şekilde başlamıştır:

Kızını Bilecik tekfurunun oğluyla evlendirecek olan Yarhisar Tekfuru Osman Bey’i düğününe davet edecek ve bu düğünde Osman Bey’i öldürecekti.Fakat daha eski yıllardan Bala Hatun yüzünden çıkan, Eskişehir tekfuruyla birlikte Osman Bey’i öldürmek için yapılan bir savaşta yenilip esir düşen ve Osman Bey tarafından serbest bırakılan Harmankaya hâkimi Köse Mihal, suikast planını Osman Bey’e bildirir. Bu olayların sonucunda Osman Bey ile Köse Mihal’in arkadaşlıkları başlamış olacaktır.

Yaptığı akınlarla etrafına güven veren Osman Bey askeri gücünü arttırarak varlığını ispatlamış olmaktadır. Bunun üzerine Selçuklu Sultanı Osman Bey’e bir hil’at, bir kılıç, gümüş takımlı bir at yüzbin dirhem gümüş ve savaşçı, gazilere verilmek üzere çok sayıda silah armağan etmiştir. Gönderilen bu beylik alametleri Osman Bey’in yerini iyice sağlamlaştırmıştır. 1299 yılında nihayet Osman Bey beyliğin bağımsızlığını ilan ederek devletin çekirdeğini kurmuştur. Aynı zamanda çevrenin en sözü geçen itibarlı büyüklerinden Ahilik teşkilatının önderi Şeyh Edebali’nin kızı Bala Hatun ile evlenerek esnaf teşkilatının arasında da itibar sahibi olmuştur.

Osman Bey yönünü batıya çevirmiş ancak henüz Göl-Flanoz (Gölpazarı), Lefke (Osmaneli), Yenipazar fethedilmeyi bekliyordu. Ancak Osman Bey “Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.” “Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkış iniş yaşatmak için olmalıdır.” Şeyh Edebali (Osman Gazi’nin kayinpederi ve Osmanlı Devleti’nin manevi kurucusu) hiç acele etmiyordu. Çünkü, Osman Bey’in henüz Osmancık diye çağırıldığı günlerde Domaniç yaylasından ufka bakarken Şeyh Edebali’nin kendisine söylediği sözler hiç aklından çıkmıyordu.Osman Bey ilk olarak civar tekfurlarına korku salınması için Lefke’yi (Osmaneli) fethetmek ister.Korku salınmalı ki diğer yerler Müslüman kanı dökülmeden alınsın. Lefke’ye (Osmaneli) savaşla gidilmeden önce Osman Bey, Akçakoca’yı üç askerle birlikte Lefke’ye gönderir.

Lefke tekfuru Osman Bey’in teklifini kabul etmeyince savaş kaçınılmaz olur. Yapılan savaşın sonucunda Lefke bir Türk toprağı olmuş, sıra Löblüce Kalesi’ne gelmişti. Osman Bey yine savaşsız kalenin teslimi için üç elçiyi Göl-Flanoz beyine göndermiş ancak teklif kabul edilmeyince savaşmaktan başka çare kalmamıştır. Bu olayın sonunu Hoca Saadeddin şöyle anlatmaktadır:

“Löblüce Hisarının tekfuru Osman Bey’in karşısında boyun eğerek kullukta dosdoğru davranış içinde bulunduğundan şahtan iltifat bulmuş isteğine erişmiş ve kendi hisarında hakim olarak bırakılmıştı. Sadece oğlu ötekiler gibi kapıkulları arasına alınmıştı.”

Tarihler 1313 Eylül ay›n› gösterdiğinde Löblüce Kalesi artık Leblebici Kalesi olarak anılmaya başlamıştır. 1607 tarihinde Celali eşkıyasının açık şehirlere hücum etmelerinden dolayı Gölpazarı dahilindeki halk, hükümete müracaat ederek nice zamandan beri harap olan Leblebici Kalesi’nin tamirini istemişler ancak sadaret makamından gelen cevap da olumsuz olması nedeniyle kalenin tamiri yapılamamıştır. Günümüzde sözü geçen Leblebici Kalesi’nin sadece yerini belli edecek kadar küçük kalıntıları kalmıştır. Ünlü tarihçimiz İsmail Hakkı Uzunçarşılı Osmanlı Tarihi kitabının ikinci cildinde Löblüce Kalesi’nin Osmanlıların eline geçişine şu cümleleriyle değinmiştir:

“1313 yılında Osman Bey’in sadık dostu olan Harmankaya hakimi Köse Mihal Bey Müslüman olmuş ve beraberce Lefke, Mekece, Akhisar,Geyve ve Gölpazarı tarafındaki Leblebici kaleleri alındı.”

Köse Mihal miladi 1328 de öldüğü zaman ardında üç oğlan bırakmıştı. Aziz Bey, Balta Bey ve Gazi Ali Beylerdi. Bu beyler daha sonra Rumeli’nin fethi ile birlikte Avrupa kıtasına geçip akıncı beyi olarak görev yapmışlardır. Köse Mihal’in oğlu Aziz Bey’in Vize Kalesi’nin fethinde bulunduğu ve 1403 yılında vefat ettiği O’nun oğlu Gazi Mihal Bey’in Gölpazarı’nın kurucularından olduğu tarihçilerin ittifak ettikleri konulardan biridir. Gazi Mihal Bey I. Mehmet ve II. Murat dönemlerinde Rumeli’deki askeri faaliyetlerde başarılı olmuş, özellikle Bulgaristan’ın fethinde büyük yararlılıklar göstermiştir. Gazi Mihail Bey 1435 yılında Edirne’de ölmüş olup türbesi Gazi Mihal Bey Camii haziresindedir.

Mihal Gazi, Löblüce Kalesi’nden ovaya inen Müslüman halk için ilk olarak hamam yapılmasını emretmiş ve hamama su temin etmek için kuyular kazılmaya başlamıştır. İlk olarak zincirli kuyu diye anılan kuyu açılmıştır. Ancak daha sonra suyu daha bol olan bir kuyu açılınca hamam bu kuyunun yanına inşa edilmiştir. Hamamın ardından camii ve Taşhan’ın yapımına başlanılmıştır.Göl Flanoz Osmanlı toprağı olduktan sonra merkeze “Nefs-i Göl”, köyleriyle beraber “Göl” diye anılmış uzun yıllar. Daha sonraları Resulşel, Dönen, Akçaoba, Akça Ova ve en nihayetinde Gölpazarı olarak günümüzdeki ismini almıştır.Gölpazarı’nın Osmanlı’ya ait nüfus bilgileriyle ilgili devlet arşivlerinde pek fazla bilgiye ulaşılmamaktadır. Ömer Lütfi Barkan ve Enver Meriçli’ nin1988 tarihli Hüdavendigar Livası (sancak) Tahrir Defterleri adlı çevirisinde Gölpazarı ilçesini 15 ve 16 yüz yıllarda Hüdavendigar Livası na bağlı bir göl kazası olarak, ilçe merkezinin de Nefs-i Göl adıyla bilinen kaza merkezi olarak tanımlamışlardır. Nefsi Gölde 1487 yılında 21 hane ve 4 mücerret (kazanç sahibi olma yaşındaki erkek) Göl kazasında 405 hane ve 101 adet mücerret yaşadığı belirtilmektedir.
1573 yılında Nefs-i Göl’ün nüfusu yaklaşık 600, Göl kazasının nüfusu yaklaşık 4300 kişiye ulaşmış.Yine aynı çeviride 1831 yılında Hüdavendigar (Bursa) Sancağı’nın nüfusu 169,078 kişi, bu sancağa bağlı kaza durumunda bulunan Gölpazarı’nın nüfusu 4641 islam, 1287 si gayrimüslim olmak üzere toplam 5928 kişiden oluştuğu belirtilmiştir.

19. Yüzyılda Ertuğrul Sancağına bağlı bir nahiye merkezi durumunda bulunan Gölpazarı’nın tamamında yaklaşık 2001 hane mevcut bulunup, nahiyenin toplam nüfusu 4110 Müslüman, 1080 gayri Müslim olmak üzere 5190 kişiden meydana geldiği, 1909 yılında aynı idari görevde bulunan Gölpazarı nahiye merkezinde 293 hanenin yaşamakta olduğu belirtilmektedir. Özellikle Osmanlının duraklama dönemi ve sonrasında ortaya çıkan celali isyanları nedeni ile büyük yerleşim yerlerinden kaçan halk yüksek ve küçük yerleşim yerlerine doğru yönelince Gölpazarı’nın nüfus artışına da katkıda bulunmuştur.

Temettuat defterlerinin kayıtları incelendiğinde Gölpazarı’na bağlı 86 adet köy ortaya çıkmaktadır.

Türkmen ve Göldağı köylerinde uzun yıllar Ermeniler yaşamış olup bu Ermeniler çeşitli sebeplerden dolayı göç ettiğinden bunlardan kalan araziler tevzi harici kalmış, bu topraklara 1924 ve 1932 yıllarında mübadele ile gelen Yunanistan ve Yugoslavya göçmenleri yerleştirilmiştir. Ayrıca 93 harbiyle gelen göçmenler de Hamidiye ve Türkmen köylerine yerleştirilmişlerdir.

Türkmen köyünde Ermeniler tarafından kilise olarak kullanılan bina kalıntıları üzerine sonradan okul yapılmıştır.İlçemiz uzun yıllar Harmankaya nahiyesine bağlı olarak kalmış, zaman içinde Harmankaya’nın Harmanköy olarak köy statüsüne geçmesinden sonra Söğüt’e bağlanmıştır. 1864 (Rumi) yılında Osmaneli ile birleştirilerek Şehri Vehbi Efendi’nin naip edilmesi suretiyle birleşik kaza haline getirilmiştir. Kısa bir süre sonra bu birleşme bozulmuş ve idarede güçlükler çıkmasından ötürü tekrar Söğüt kazası idaresinde kalmıştır. 1899 yılında Gölpazarı nahiyesi bu kez de Söğüt kazasından ayrılarak Hüdavendigar vilayetine bağlı sancak merkezi olan Bilecik’e dahil edilmiştir. 1909 yılında Gölpazarı nahiyesinin kaza haline getirilmesi istenmiş ve buna ait evraklar görüş ve mütalaa alınmak üzere seraskerliğe takdim edilmiş, 1910 yılında nahiyenin ehemmiyet ve büyüklüğünden dolayı burada bir kaymakamlık talebi uygun bulunmuştur. Ancak ilçe statüsü kazanması 1926 yılını bulmuştur.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde gerçekleşen uzun savaşlarda Gölpazarı halkı da geçmişte Rumeli fetihlerinde gösterdiği aynı hassasiyeti bu dönemlerdeki yurt savunmalarında da göstermiştir.

1809 yılında Rusların Şumnu’ya saldırmaları üzerine silahını kapanın harbe gelmesi ilan edildiğinde ilk çıkanlardan biri de Gölpazarı kadısı olmuştur.

I. Dünya Savaşı’nda özellikle Çanakkale Cephesi’ne çok sayıda Gölpazarlı katılmış, bunlardan bazıları şehit olurken bazıları da gazi olarak köylerine
geri dönmüştür.

MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA GÖLPAZARI

I.Dünya Savaşı sonrası İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan ve Osmanlı Devleti’ni fiilen sona erdiren Mondros Ateşkes Antlaşmasına göre İzmir Yunanlılara verilmiştir ve bu antlaşma doğrultusunda Yunanlılar 15 Mayıs 1919 ‘da İzmir’i işgal etmişlerdir. Bu haksız işgal üzerine 4 Haziran 1919 tarihinde İstanbul Yüksek Sadaret makamına, Gölpazarı Belediye Reisi İbrahim Bey tarafından aşağıdaki telgraf gönderilmiştir.

Bu telgraf Gölpazarı halkının işgallere tepkisiz kalmadığının en güzel göstergesidir:

İSTANBUL YÜKSEK SADARETE

İzmir, o güzel belde, o, Türk’ün sonsuz haşmeti, o, Türklüğün atalarından kalan meşru mirası bugün Yunan askeri işgali altına mı girdi. Türklüğün bütün parçaları vatanları ile iftihar eder, fakat Izmir gibi seçkin ve bağımsız bir kıymeti bulunan vatan toprağı ile iftiharı artar. İzmir’in Türklerden alınması Türklüğün mahvı demektir.

Büyük atalarımızın bize mirası olan İzmir’i bizden, daha doğrusu bizi İzmir’den ayırmaya çalışıyorlar.

Atalarımızın lanetleri, torunlarımızın nefretlerini üzerimize celp edeceği için bizler buna razı değiliz. Sultan Osman’ların, Orhan’ların ilk at oymağı olan bu yerler ahalisi bu aşağılanmaya tahammül edemez. Osman’lar, Orhan’lar, Hüdavendigar’lar zamanında her biri bir kahraman olan atalarımızın torunları olan bizler, İzmir’in ebedi olarak bizde ve Türk kalmasını istiyoruz Türkler mertdir.

Fakat harimi ismetine yabancı gözlerin bakması bile geleneklerine aykırı, nerede kaldı ki, İzmir’de yırtılan hesapsız ırza karşı sükut edebilsin. Aynı zamanda aşağılanan Türkler Allah’ın büyük kitabına göre hareket ederler.

Bütün Türkler size her hususta yardımcıdır. Sizden geçmişiniz olan Sokulu’ların,Köprülü’lerin gösterdiği yiğitliği ve kahramanlığı görmek isterler. DayanacağınızTanrı sever cesur hareketler bütün Türklük hayatını hor görmekten koruyacak ve destekleyecektir.

Bütün kuvvetini milletten alan bir hükümet icraatında metin ve vakur olur. İzmir’in siyaseten ve geçici askeri işgal altına alınması icap ediyor ise, Yunanlı’lar tarafından değil büyük İtilaf devletleri tarafından yapılması icap eder. Bugün Gölpazarı’nda toplanan binlerce Türk bildirilen hususları size arz fiili sonuçların cevabını bekler.

Gölpazarı 22 Mayıs 1335 (4 Haziran 1919) Belediye Reisi İbrahim  (Başbakanlık Devlet Arşivleri Belge No: 294) Kurtuluş Savaşı’mızın şehitlerinden Şahinler köyü’nden Mehmet Nuri Efendi (1885-1921) Bilecik Müftüsü iken pek çok bilgiyi Ankara’ya ulaştırmıştır. Bilecik ve çevresinde Kurtuluş kıvılcımı O’nun şu sözleri ile başlamıştır: “Müftünüz olarak diyorum ki, Yunan’›n zulüm ve vahşetine katlanmaktansa seve seve ölelim, şehit olalım, cennete gidelim ama önce düşmanı ata yadigarı yurttan kovalım. Bir ve beraber olalım. Bir araya gelip mücadele edelim. Gazamız mübarek olsun. Allah bizimle beraberdir.” 7 Nisan 1921 tarihinde Eymenek tepesinde Yunanlılar tarafından şehit edilmiştir. Türbesi Bilecik’e bağlı Deresakarya köyündedir.

Yine Bilecik ve civarını işgal eden Yunanlara karşı Geyve – Ali Fuat Paşa’da kurulan Gökbayrak Milis Kuvvetleri, Yunan’ı Sakarya’dan geçirmeyip buranın işgalden kurtarılmasını önlemek için Gölpazarı’nı sığınak olarak kullanmışlardır.

Bayat Köyü’nden Halitlerin İbrahim Öztürk,Geyve’de askerlik yaparken Kurtuluş Savaşımızın ünlü komutanlarından Deli Halit Paşa’ya Geyve’den
Söğüt’ün Yakacık (Esiri) köyüne kadar rehberlik etmiştir. Günümüzde Gölpazarı ilçesi Karadeniz, Marmara ve iç Anadolu’nun birbirine en fazla yaklaştığı yerde sakin yaşantısına devam etmektedir.

TARİHİ ESERLER

Ülkemizde taş devri ile başlayan yerleşmelerde üç dönem ortaya çıkar. Bunlar doğal mağaralar (kaya sığınaklar›), örenler ve höyükler dir. Doğal barınaklar daha kalker ve kireç taşı gibi çok kolay eriyebilen kayaçların bulunduğu sahalar olan Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde karşımıza çıkar. Diğer bir yerleşme sahası ise höyüklerdir.Tarih boyunca çeşitli nedenlerle yıkılan yerleşme alanlarında, yıkıntıların üst üste birikmesi ile ortaya çıkan bu yerleşme sahaları ilk ülkemizde ilk çağ yerleşme şekillerini meydana getirmektedir. Höyük ve ören yerleşim sahalarının yapılanmasına baktığımızda; genelde verimli tarım sahalarının ve su kaynaklarının kenar kısımlarında, savunması kolay olan tepelik sahaların etek kısımlarının tercih edildiğini görürüz.

Gölpazarı çevresinde de ören ve höyük yerleşmeleri ismi taşıyan (derecikören, çukurören, Kuflçaören, Belenören, Hüyük köyü) pek çok yerleşme sahasının bulunması ve yukarıda bahsedilen yapılaşmaya benzer özellik göstermesi, Gölpazarı çevresinin verimli tarım alanlarına ve su kaynaklarına sahip olması, etrafının yüksek tepelik alanlarla çevrili olmasından dolayı savunmaya karşı uygun ortamın bulunması etrafta ilk çağ yerleşmelerine zemin hazırlamıştır.

Rivayetlere göre bugün Kızılçay’ın kollarından olan doğancılar deresi çevresinde de ince şehir denilen bir yerleşmenin var olduğu belirtilmektedir.
Etrafta sıcak ve soğuk su kaynaklarının, verimli tarım alanlarının bulunması, Arıcaklar köyü kuzey sahasındaki höyüğün varlığı bu rivayete delil teşkil etmektedir.

Ortaçağda ticaret amaçlı oluşturulan tarihi ipek yolunun ortaya çıkması ve ipek yolu güzergahı üzerinde ticaretle uğraşan halkın ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile hanlar, hamamlar, külliyeler, derbent denilen karakol teşkilatlarının kurulması güzergah üzerinde yerleşmenin gelişmesine yardımcı olmuştur.

Bahsedilen yolun bir kısmının da Gölpazarı ilçesi sahasından geçmesi bölgede yerleşmenin gelişmesini desteklemiştir. İlçede bulunan Taşhan ve yakın çevresindeki hamam bu amaçla yapılmıştır.

Anadolu’nun Türkleşmesi olarak bilinen 14. yüzyıl ve sonrasında Gölpazarı çevresinde Osmanlı hakimiyeti ile birlikte yerleşme faaliyeti hız kazanarak devam etmiştir. Doğudan göçer nüfus getirilip fetih edilen yerlere yerleştirilip oraların yurtlaşması sağlanmış. Göçer nüfus yerleşik hayata geçirilmiş,ekonomik faaliyet olarak da tarım ve hayvancılığa yönlendirilmiş ve toprağa bağlanmıştır.

Böylece Anadolu da kır nüfusunun temelleri oluşturulmuştur.Bu faaliyet sonucunda yerleşim birimlerinin sayısı artıp, dağınık yerleşmeler (Köyler-Köy altı yerleşmeler) yaygınlaştı, daha önce oturulmayan bazı sahalar yerleşmeye açıldı.

Göçebeler toprağa yerleşirken eski alışkanlıkları gereği yüksek sahaları, ormanlık alanları seçtiler. Ayrıca aile toplulukları halinde yaşadıklarından, aile çevresinin yerleşmesi sonucu oluşan küçük mahalleler meydana geldi.

Dağlık sahalarda yerleşenlerin kurdukları bu küçük mahallelere karşılık verimli düz ovalarda kurulan mahallelerse zamanla büyüyüp şehir özelliği kazanmışlardır. 14. yüzyılda başlayan bu faaliyet 16. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu bağlamda Bilecik ve ilçelerine pek çok göçer getirilip yerleştirmiş ve bu sahaların yurtlaşması sağlanmıştır. Bu yurt edinme,Gölpazarı ve çevresinde yerleşmenin gelişmesine neden olurken o tarihlerden de günümüze pek çok tarihi yapı miras kalmıştır. Bunlardan bazılarına bakacak olursak:

Kapılı Kaya

İlçemizin 1.5 -2 km doğusunda, Gölpazarı-Taraklı yolunun kuzey tarafında olup, dışarıya bir kapısı vardır. Kayaları oyulmuş bir oda şeklindedir.Odanın kapısı Gölpazarı Ovasına bakmaktadır. Odanın içinde ocaklığı bulunmakta olup, ocağın üst kısmındaki roma yazısından, buranın Romalılar zamanında yapıldığı anlaşılmaktadır.

Bir de ilçemiz Kasımlar köyü altındaki vadide bulunan Kapalı Kaya içinde ise Frigya Krallarından Gordios’un mezarı sanılmaktadır. Kaya oyulmuş dış ve iç kapı yerleri mevcut olup girişte 3,40×3,40 metre ölçülerinde bir oda bulunup bu oda boşluğundan ayrı 3 tane lahit yeri bulunmaktadır.
İşte bu lahitlerin birisinin Kral Gordios’un mezarı olduğu diğerlerinin ise çocuklarına ve eşine ait olduğu sanılmaktadır. Bugün bu mezarlar kazılmış olup, özelliğini kaybetmiştir. Lahit yerleri bellidir.

Kral Dağları

Gemici köyü ile Demirhanlar köyleri arasındaki bağlar içinde 3 tane mezar kalıntısı taşlar bulunmaktadır. Bu mezarların bulunduğu mevkiye “Kral Dağları” adı verilmiştir. Mezarların yan ve üst kapak taşları özel olarak hazırlanmıştır.

Mezarlar yıkık şekildedir.Aynı mezar taşlarına benzer taşlar Doğancılar köyü yolu ile Taraklı yolu ayrımında tarla içindeki ağaçlıklar arasında da bulunmaktadır.

Kasımlar Köyü Camii

İlçemiz Kasımlar köyünde bulunmakta olup 17. veya 18. yy da yapıldığı sanılmaktadır. Tavan ve iç duvarlarında önem arz eden kalem ise süslemeler bulunan, dikdörtgen yanlı, dönemin özeliklerini bugüne kadar yaşatabilmiş önemli bir köy camisidir.

Mahfeli ahşap, minaresi ahşap, pencereleri alçı, tavanlar düzgün karelajlı ve göbekli, son cemaatlerin mahver koluyla aynı olup, açık sola tipindedir. Caminin kuzey yönündeki cemaat yeri sonradan eklenmiştir.Caminin kuzeybatı üst köşesinde 1161-1190 tarihleri yazılıdır.

Derecik Ören Köyü Camii

Yapılış tarihi bilinmemekte beraber eski bir yapı olduğu anlaşılmaktadır. Yapıda ağaç çivi kullanılmıştır. Camimiz halen ibadete açıktır.

Mihal Gazi Camii

İlçe merkezinde bulunan camii, bugünkü adıyla “Çarşı Camii” olarak bilinmektedir. (Harmankaya hâkimi Köse Mihal Beyin torunu Gazi Mihal Paşa tarafından) Hicri 818–821 Miladi 1415–1418 yılları arasında yaptırılmıştır.Kitabesi yoktur. Gazi Mihal Beyin Gölpazarı’nda külliye olarak Taşhan – Zincirli kuyu – Cami ve Hamam olarak dört eseri bulunmaktadır. Bu eserlerden yalnız Taşhan’ın kapısındaki kitabeden yapım Rumi 1283 Miladi 1867tarihi tahmin edilmektedir. 1811 yılında Kaza Müdürü Mehmet Ağa tarafından yenilenip üzerine bir kat çıkılmıştır.

Ebced hesabına göre düşürülen tarih miladi 1811 yılıdır. Manisa ilinden ilçemize tayin olunan Kaza Müdürü Mehmet Ağa, Camii yenilemekle kalmayıp çevresine bir adet medrese ve çeşitli dükkânlar yapıp bir vakıf haline getirmiş ve bu vakfın malları Cumhuriyet döneminde Belediyeye devredilmiştir. E. Hakkı Ayverdi’nin incelemelerinde harim kısmının 1.5 metre kadar kuzeye doğru genişletildiği sonraları tamamen yıkılıp yeniden yapıldığı belirtilmektedir.

1951 yılında cami civarında bulunan dükkânlar yıkılıp onarım yerine şimdiki Belediye pasajının bulunduğu yerde tek katlı ahşap dükkânlar yaptırılmış. Mihal Gazi Caminin kitabesi yoktur. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün arşivinde Bursa Muhasebe kayıtları 474 no’lu defterin 10–11. Sayfalarında Caminin Mihal Gazi’ye ait olduğuna dair bir vakıf kaydı bulunmaktadır. Burada; “Eski Kadıoğlu çiftliği olarak bilinen üç çiftlik yer ile bir değirmenin Mihail Gazi Camii şerifine gelir olarak verildiği yazılıdır. 1975 yılında orijinal minaresi yıkıldığından doğu tarafına yeni bir minare yapılmıştır. 2007 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğünce yeni bir restorasyon planı çerçevesinde 1975 yılında yapılan minare yıktırılmış, eski haline dönüştürülüp restorasyonu yapılmış ve orijinal minaresi de caminin batı tarafına kurulmuştur. Halen ibadete açıktır.

Mihalgazi Hatibi Kabri

Peygamber Efendimizin (SAV)i’n soyundan gelen kişilere islam kültüründe “seyyit” adı verilmektedir.

Türkiye, en uzun ömürlü ve en geniş topraklara sahip olan Devlet-i Aliye yi Osmaniye seyitlerin yoğun olarak yerleştiği ülkelerden biridir.

Bu seyyitlerin çoğu, ilk seyyit göçleriyle beraber Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. Anadolu topraklarında yaşayan seyyitler daha ziyade “yaman”(din bilginleri) sınıfına mensupturlar. Genelde imamlık, hatiplik, kadılık, müftülük, medrese hocalığı gibi görevlerde bulunmuşlardır.Mihal Gazi camii kapısı üstünde bulunup bugün mevcut olmayan tahta levha üstündeki levhada: Mader-i Pakize el-hac Mehmet Ağa kim Rah-ı Huda’dan buldu hayratıyla nafi Düştü ilhamiyle tarih ziba söyledim Kıldı tecdit Ayşe Tuti Ali Camii. Sözleri bulunmaktadır.

Mihal Gazi camiinde hatiplik yapmış olan Seyyid Hafız Mehmet Sait Efendi’nin tayini ile alakalı Osmanlı Arşivinde 8. C. Evvel 1277 Rumi Dosya No 158 de kayıt bulunmaktadır.Bu kayıtta “Hüdavendigar Vilayeti” Gölpazarı nahiyesinin ohlusa karyesindeki eski Kadıoğlu çiftliği mezrası değirmeni ve Mihal Gazi Camii hitabet cihetini imtihan ile kazanan Hafız Mehmet Said’e berat verilmesi, denilerek hatipliğe başlanmıştır.

Vefatı ile Mihal Gazi Camiinin bahçesinde defnedildiği camii haziresinden şehir mezarlığına daha sonra nakledilmiştir. Mezar taşında bulunan “sarık” hatibin ilmiye sınıfından olduğuna işaret etmektedir.

Cum’a Camisi

Daha evvel kilise olarak kullanılan, bu bölgenin fethi ile camiye çevrilerek cuma namazlarının kılındığı camidir. Muratlar köyünde,mezarlığın altında caminin kalıntıları mevcuttur.

Uzun yıllar Bağışlar, Muratlar, Şihlar, Ormancılar, Hatipler Yağcılar köyü sakinleri Cuma Namazlarını bu camide kılmışlardır. Sadece cuma günleri cuma namazları kılındığı için,“Cuma Camisi” ismiyle anılmıştır. Kavak köylülerinin bir araya gelerek hıdrellez şenliklerini yaptıkları yerdir.  Cuma Camisi olarak bilinen başka bir camide Doğancılar köyünde mevcuttur.

Dokuz Köyü Türbesi

Türbe günümüzde dokuz kardeşin ismi ile anılmaktadır. Dokuz köyü de ismini, türbede yatan güzel ahlaklı,örnek hareketleri ve kerametleri ile tanınan dokuz kardeşten almıştır. Türbenin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Rivayete göre türbede yatan dokuz kardeşin, İstanbul’a Hacı Bektaşi veli tarafından islam dinini yaymak üzere gönderilen Karaca Ahmet Sultan’ın yakınları olduğu sanılmaktadır.

Türbenin içinde iki mezar ve dışında ise yedi mezar bulunmaktadır. Türbenin dışında kalan mezarların üzerine yapılan duvarın, yapıldığı gecenin sabahında kendiliğinden yıkıldığı köy halkı tarafından anlatılmaktadır.Türbenin tamiratını yapıldığı günlerde, mezarlardan birinin kazıldığı ve yeni gömülmüş gibi bozulmamış ceset ile karşılaşıldığı mezarı kazan şahitler tarafından anlatılmaktadr.

Türbeye gelen ziyaretçiler kur’an okur, dua eder,mezarında eli kolu bağlı yatan dokuz kardeşe sevap bağışında bulunurlar. Manevi hediyelerle memnun etmek istedikleri dokuz kardeşin, Allah yanındaki itibarını bilemedikleri için sadece iyi bir insan olabileceğini düşünüp hüsnü zanda bulunurlar. İşte bu hüsnü zandan hareketle, Tıbbi tedavilere baş vurdukları halde çocuğu olmayanların bu türbeye gelip…
Rabbimiz! Ziyaretinde bulunduğumuz bu zatların senin yanında itibarının olduğunu sanıyoruz.Şayet bu hüsnü zannımız doğruysa bunun hatırı için bizim duamızı kabul eyle, şu çıkmazdan bizikurtar!Diye dua edilen ve ziyaret edilen türbemizdir.

Aktaş Türbesi

İlçemiz Aktaş köyünde bulunan Aktaş Türbesi’nde; Alperenlerden olduğu söylenen şeyh Mustafa Efendi, Molla Mustafa Efendi, Reşide Molla Kadın, Hatip Kızı Nur Kadın ve Zahide Molla Kadı’nın mezarları bulunmaktadır. Türbenin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir.  Şeyh Mustafa Efendi’nin mezar taşı sarıklı olup, mezar taşında 1138, diğer mezar taşlarında ise 1176 tarihleri yaılıdır.
Halk arasında anlatılan Türbenin Efsanesi de şöyledir; Rivayete göre bir zat hacca gitmeye niyet eder ve şeyh Mustafa Efendi’yi ziyarete gelir, Mustafa Efendi bu zata ‘Darda kalırsan beni çağır ben gelirim’ der. Haç farizasını yerine getirirken darda kalan bu zat “Yetiş Ya şeyh Mustafa Efendi!” deyince, kendisine yardım ettiği söylenmektedir. Muharrem Aylarında Türbede kurbanlar kesilerek,Pilav pişirilerek ziyaretçilere ikram edilmektedir. Beşevler köyünde vatani görevini tamamlayan askerlere, Türbede kurbanlar Kesilip, misafirlere pilav ikram edilmektedir.

Tarihe İz Bırakan Ezan Taşları

Köylerimizdeki bazı camilerde tarihe iz bırakan ezan taşları mevcuttur. Yıllar öncesinde, ne zaman konduğu bilinmeyen bu taşlar,camilerde minare olmadığı zamanlarda ezan okuma amacıyla kullanılmıştır.
Ezanı daha çok kimseye duyurmak için özel olarak yapılan asırlık “Ezan Taşları’nın 500 yıllık bir yapıt olduğu tahmin edilmektedir.

Medrese

Osmanlı Devleti’nin ulu çınarı medrese, cami ve tekke üçlüsünden aldığı iman suyu ile büyümüş ve 600 sene hayatiyetini devam ettirmiştir. Bu üçlü Liyakatli amirler ve ilmiyle amel eden alim ve meşayıhların da desteği ile tasavvuf vasıtasıyla İslam Aleminin içinde kutsî bir rabıta olan kardeşliğin inkişafına ve gelişmesine en önemli bir sebep olmuştur.

İslam eğitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanlı medreseleri orta ve yüksek tahsili gerçekleştiren müesseselerdi. Medrese, memleketin ihtiyaç duyduğu kültürü veren eğitim ve öğretim kuruluşudur.Daha önceki devirlerde olduğu gibi Osmanlı`da da şahıslar tarafından tesis edilen ve yaşaması için vakıflar kurulan medreseler merkezi yapı olan külliyeler çevresindeki mimari yapıda yoğunlaşıyordu.
Bu kişiler camilerini medrese ve imaretlerini yaptırırken yanlarına bir de sıbyan mektebi (ilkokul) yaptırmayı, o hayrın ayrılmaz bir gereği saymışlardır.

Mehmet Ağa Vakfına ait 631 numaralı defterin 118 sahife 86 sırasındaki 1237 tarihli vakfiyesinde 19 Şevval 1237 tarihinde şu anki Mihalgazi cami nin bitişiğinde 16 odalı ve 2 derslikli medrese ve yanın da sıbyan mektebi’nin olduğu anlaşılmaktadır.

EzanTaşı

Mehmet Ağanın Taşhan’ın yanına yaptırdığı mahkeme binası ve vakfettiği üç dönümlük arazide bulunan ağaçların meyve ve sebzelerinin gelirlerini
medresedeki öğrenci ve müderrislerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfedildiği vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır. Ayrıca Kasımlar köyünde de medrese kalıntıları bulunmaktadır.

Sıbyan Mektepleri Osmanlı medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve yüksek eğitim kurumlarıydı. Osmanlılarda ilköğretim düzeyinde eğitim veren sıbyan mektepleri köylere varıncaya kadar her yere yayılmıştır.

Osmanlı, ülkesinin pek çok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde sıbyan mektebine rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp (bat›) memleketleriyle mukayese edilemeyecek derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür. İlçemizin Karacalar ve Üzümlü köylerinde de sıbyan mektepleri faaliyet göstermiştir.

Mihal Bey Hanı (Taşhan)

Eskiden kervanların konaklayıp istirahat ettikleri yer olarak yapılan Mihal Bey Han›, Vezirhan, Mahan,Taşhan, Katırhan, Nallıhan, Çayırhan gibi Gölpazarı Ankara istikametindeki han ve kervansaraylar zinciri içinde bulunmaktadır. Bu yol aynı zamanda Bağdat-İstanbul yolunun bir koludur.

Han iri taş kalıplarla yapılmış, kalın duvarlı dikdörtgen şeklinde üstü yarım silindir (tonoz) örtüsü şeklinde bir yapıdır.
Doğu-Bat› doğrultusunda dikdörtgen planlı olan yapı aynı doğrultuda dört bölümden meydana gelmiştir.
Girişi batı cepheden olup, girişten sonraki bölümler üzeri beşik tonozlarla örtülüdür. Bu mekânlar sivri takviye kemerleriyle birbirine bağlanmıştır. Bu mekânların kuzeyden hiçbir açıklığı olunamamasına karşın her bölümün güney duvarındaki eksende birer dikdörtgen pencere açılarak yapımına ışık olması sağlanmıştır. (Mazgal tipi pencere).

Beden duvarları bir sıra tuğla, bir sıra kesme taş ve aralardan dikine yerleştirilen birer tuğla ile çerçeveli teknikle örülmüştür. Süsleme özelliği yoktur.

1969 yılında yenileme çalışmaları ile kuzey doğu bölümü yapılmış fakat tamamlanmamıştır. 2007 yılında vakıflar genel müdürlüğünce yenileme planları Yapılmış 2008 yılı programına alınmıştır. Uzun yıllar “göl” adıyla anılan ilçemizde bu yapıların oluşması ilçenin Harmankaya’ya bağlı bir nahiye olmasından kaynaklanmaktadır.

R. Mahmut Gazi Mihal tarafından yayınlanan II.Mehmet dönemine ait bir vakıf defterinde; “Nahiyei Harmankaya, tabi Göl, der tasarruf-u Mehmet Bey, İbn-i Ali Bey, İbn-i Mihal, evvelden tasarruf ide geldüğü üzere ber karar-› sabık olalar deyi mukayyeddür.Defter-i kahnede yine mukayyeddür.”diyerek Göl’ün Mihal oğullarınca yönetildiği belirtilmektedir.Hanın kapı üstündeki kitabesinde şöyle yazmaktadır:

Transkripsiyon: Bena Bazihil Bina is şerif Sahibül hayr dafı üd dayr Adil il ümere Mihal Bey Fi seneti semana işrin ve semanemie Ve itmaruhu kanefi seneti ihda ve işrine ve semanimiyetin
Türkçesi Bu mübarek binanın yapımı hayır sahibi, sıkıntıları gideren ve yöneticilerin (e-mirlerin) en adaletli olanı Mihal Bey tarafından 818 H./1415 M. Yılında başlanmış olup, 812 H. / 1418 M. Yılında tamamlanmıştır.

Mihal Bey Hamamı

Erken dönem Osmanlı mimarisinde görülen külliye gelene¤ini ilçemiz Mihal Bey yapılarında da görmekteyiz. Külliye camii ile birlikte medrese, imaret, türbe, kütüphane,hamam, aşevi, kervansaray gibi binalardan oluşan bir yapı topluluğudur. İlçemizde Taşhan, Cami ve Hamam bir üçgenin köşeleridir.

Türklerin temizlik kültüründe hamamın yeri çok önemlidir. Bu bakımdan cami medrese yanında mutlak hamamlarda yapılmıştır.

Mihal Bey hamamı yıllar içinde özelliğini kaybetmiş yalnızca kubbeli iç yapımı ve orijinalliğini korumaktadır.

Kayadaki Okulumuz 1938 yılında Sıbyan Mekteplerinin üstünde Sınıf-ı Sâni okullarının açılmasına karar verilmiş daha sonra bu okulların adı “Rüşdiye” olarak değiştirilmiş.

Cumhuriyetten önce Rüşdiye olarak hizmet veren İsmet Paşa mahallesindeki okulumuz 1927-1949 yılları arasında merkez ilkokulu, 1949-1954 yılları arasında ortaokul olarak hizmet vermiş bu yıldan sonra eğitim ve öğretime son verilmiştir.

Löblüce Kalesi Bizans döneminde Löblüce Kalesi, Osmanlı döneminde Leblebici Kalesi olarak anılan bu kalenin tam olarak ne zaman ve kim döneminde yapıldığı bilinmemektedir. 1313 yılında Osman Bey tarafından Bizans Devleti’nden alındığı ve 1607 yılında onarılması için İstanbul’dan izin istendiği bilinmektedir. Ancak günümüzde kalenin yerini belli edecek kadar kalıntıların dışında kaleden bir eser kalmamıştır.