BAŞKASININ MALINA TECAVÜZ
Hz. Peygamber, çok sevdiği azatlısı Zeyd’in oğlu Üsâme’nin anlattıklarına şaşırmış, dahası çok üzülmüştü. Zira söylediklerini kabule imkân yoktu.
Üsâme, Kureyş’in Mahzûm soyuna mensup Fâtıma binti Esved isimli kadından bahsediyordu. Bu kadın, toplumda tanınmış bazı insanlar adına çeşitli ziynet eşyalarını ödünç almış fakat daha sonra iade etmemişti. Üstelik bunları satarak kazanç elde etmişti. Ödünç verenlerden biri, Fâtıma’nın, adını kullandığı bu insanlara giderek günler önce verdiği ziynet eşyalarını sorunca, yaptığı ortaya çıkmıştı. Zira ismi kullanılan insanların böyle bir şeyden haberi yoktu. Kadının şikâyeti üzerine Hz. Peygamber onu çağırmıştı. Fâtıma inkâr etmeye kalkışmışsa da suçlu olduğu anlaşılmıştı.
Bu kadının mensubu olduğu kabilenin ise toplumda büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin ileri gelenleri, adlarının lekeleneceği endişesiyle kendi boylarından birinin bu şekilde cezalandırılmasını istemiyorlardı. İşte bu noktada akıllarına bir çare geldi. Eğer çok sevdiği biri Hz. Peygamber’e gider ve bu kadının affını dilerse, belki bağışlanabilirdi. Ancak buna kim cesaret edebilirdi! Hepsi aynı isim üzerinde birleşti: Üsâme.
Böyle bir teklif götürmeye cesaret edebilecek tek kişi Üsâme olmalıydı. Kureyşliler onunla konuşup Hz. Peygamber’den af dileme konusunda kendisini ikna ettiler. İşte şimdi Üsâme Hz. Peygamber’e bu kadının affedilip edilemeyeceğini soruyordu. Hz. Peygamber’in yanıtı çok net oldu: “Bizzat Allah tarafından belirlenen bir ceza hususunda şefaatçi mi oluyorsun?”
Sonra Hz. Peygamber, insanlara bir konuşma yaptı ve evrensel nitelikteki şu uyarısını dile getirdi:
“Ey insanlar! Sizden önceki milletler ancak şu sebepten dolayı sapmışlardır: Onlar ileri gelenlerden biri hırsızlık yaptığında ceza vermezler, güçsüz biri hırsızlık yaptığında ise ona ceza uygularlardı. Allah’a yemin ediyorum ki, eğer Muhammed’in kızı Fâtıma çalmış olsaydı, muhakkak Muhammed onun elini de keserdi!”
Hz. Peygamber’in de dikkat çektiği üzere hırsızlık, tarih boyunca bütün toplumlarda en çok karşılaşılan suçlar arasındadır. Bu suçun, Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bahsettiği ve cezasını belirlediği suçlar arasında yer alması da muhtemelen yaygınlığı ile ilgilidir. Şirk hâriç kendisine karşı işlenen suçları bağışlamada son derece cömert olan Yüce Rahmân, insana ve onun için değer arz eden malına karşı yapılan bu saldırıya ibretlik bir ceza takdir etmiştir: “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Mâide, 5/38.)
Allah Teâlâ toplumsal birliğin sağlanmasına vurduğu darbe ve bireyin iç dünyasında yaptığı tahribattan dolayı hırsızlığı kesinlikle yasaklamış, Müslümanlığı kabul etme ve Hz. Peygamber’in her alandaki otoritesini tanıma mânâsına gelen biat şartları içinde hırsızlık yapmamayı da saymıştır.
Resûl-i Ekrem de Müslüman olmak üzere kendisine gelen kişilerden bu şartlar dâhilinde biat almıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in bu öğretileri doğrultusunda Allah Resûlü’nün hırsızlıkla alâkalı olarak başvurduğu mânevî müeyyideler, maddî olanlara göre çok daha ağır ve şiddetlidir. Nitekim Hz. Peygamber, “Zina eden kişi, hem mümin olup hem zina edemez. Hırsızlık eden kişi, hem mümin olup hem çalamaz. İçki içen kişi, hem mümin olup hem içki içemez. (Şayet mümin olduğu hâlde bunlardan birini yapacak olursa) tevbe kapısı açıktır.” buyururken iman ile amel arasında doğrudan bir bağ kurarak gerçek bir müminin asla hırsızlığa teşebbüs edemeyeceği mesajını verir.
Bu sebepledir ki Allah Resûlü, “Yâ Resûlallah! Eğer malımdan dolayı bir saldırıya uğrarsam ne yapmalıyım?” sorusuna, “Allah’ı hatırlat!” cevabını vermiştir. İki kere peş peşe tekrarlanan, “Ya aldırmazsa!” karşılığına verdiği cevap yine aynı şekilde, “Allah’ı hatırlat!” olmuştur.
İçinde yaşadığı ortamda, diğer din ve inanç sahiplerine karşı var gücüyle “biz” yani “Müslüman toplum” bilincini oluşturmaya çalışan Resûl-i Ekrem, “Kim (bir malı) yağmalarsa bizden değildir.” buyurmaktadır.
Bütün bu ikazlara rağmen karşıdaki insan niyetini gerçekleştirmekten vazgeçmiyorsa, karşılaşacağı ilk mânevî müeyyide öncelikle Allah’ın lânetidir. Bundan sonra hırsız, Hz. Peygamber’in, “…Kim bir karış (bile olsa) toprak çalarsa, kıyamet günü o yer, yedi kat hâlinde onun boynuna dolanır.” hadisinde belirtilen cehennem azabına duçar olur.
İslâm, her alanda olduğu gibi hırsızlık konusunda da öncelikle inanan insanın vicdanına ve imanına hitap etmektedir. Ferdin vicdanında çözülemeyen meseleye ise ilk olarak toplumsal hassasiyeti ve kamu vicdanını adres göstermektedir. Burada da çözülemeyen mesele artık hukuka iletilecektir. Bütün bunlara rağmen başkasının malına göz diken ve onu almaya çalışanlar için, hem yaptıklarının karşılığı olması hem diğer insanları bu suçtan caydırması için yüce dinimiz bazı maddî müeyyideler getirmiştir.
Ancak bu cezalar çalınan şeyin bulunduğu yere, miktarına, suçun işlendiği şartlara bağlı olarak değişiklik arz eder. Fıkıh kitaplarında bütün ayrıntılarıyla ele alınmış ve hakkında muazzam bir birikim oluşmuş bu konunun temel ilkeleri de Hz. Peygamber (sav) tarafından tespit edilmiştir.
Allah Resûlü, bir hırsızlık isnadında öncelikle olayı titizlikle araştırmıştır. Bu çerçevede ceza, ancak hırsızlığın itirafı veya açık delillerle ispat edilmesi durumunda söz konusu olmuş, aksi takdirde zanlı serbest bırakılmıştır. Rahmet Elçisi’nin bu tavrında, “Aksi ispat edilmediği sürece kişi suçsuzdur” kaidesine yapılan vurguyu görmek mümkündür.
Suçun sabit olduğu anlaşılsa bile bu kez, “hırsızlığın neden yapıldığı” konusu önem kazanır. Nitekim Allah Resûlü, bir kimsenin bir bahçenin ürününden yemesinde sakınca görmezken, bahçedeki ürünü alıp götürene iki katı tazmin cezası vermektedir. Alıp götürülen şeyin değerinin belirli bir miktara ulaşması durumunda ise ona hırsızlık cezası uygulamaktadır.
Rahmet Elçisi’nden sonra aynı yolu takip eden Hz. Ömer, bir grup hizmetçi aç bırakıldıkları için hırsızlık yapınca el kesme cezası uygulamamış, bunun yerine onların işverenine çalınan malı iki katıyla tazmin ettirmiştir. Aynı şekilde Halife Ömer kıtlık zamanında yapılan hırsızlıklarda da el kesme cezası uygulanmayacağına hükmetmiştir.
Mala yönelik bir suçun hırsızlık sayılabilmesi için gerekli bu temel vasıfları taşımadığı için gasp, yankesicilik, kapkaç, emanete hıyanet, yağmacılık, dolandırıcılık, zimmet gibi suçlar, bu kapsamda değerlendirilmemiş, el kesme yerine her biri için ayrı ayrı cezalar öngörülmüştür.
Evet, bir suç işlenmiştir ve bunun sorumlusu elbette suçu işleyendir. Ancak İslâm’da, hemen suçlunun cezalandırılması yoluna gidilmemekte, aksine suçun altında yatan bireysel ve ekonomik sebepler başta olmak üzere bütün şartlar değerlendirilmektedir. Çünkü gerek devlet gerekse toplum, fertlerin can ve mal güvenliğini sağlayarak onların mutlu bir hayat sürmelerini sağlamakla yükümlüdür. Bu konuda başta devlet yetkilileri olmak üzere tüm Müslümanlara önemli görevler düşmektedir.
Devletin ve Müslüman toplumun bu görevini yapamadığı bir ortamda meydana gelen hırsızlık olaylarının temel sebebi “ihtiyaç” olacaktır. Dolayısıyla ihtiyaç ve fakirlikten kaynaklanan hırsızlık olaylarında işlenen suçta hem toplumun hem de devletin payı ve sorumluluğu vardır. Buna göre işlenen suçu, bireysel değil bütün toplumun etkisi ve katkısı olan bir problem şeklinde değerlendirmek gerekir.
İşsizlere yeni istihdam alanlarının açılması, adaletli bir gelir dağılımı, hakkın gerçek hak sahibine ve zamanında verilmesi gibi uygulamalar, hırsızlık ve gasp gibi mala yönelik suçların önlenmesinde alınması gereken tedbirlerin başında gelmektedir. Bunlara ek olarak İslâm, böyle olumsuz olayların yaşanmaması için farz bir ibadet olan zekât müessesesini getirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” (Âl-i İmrân, 3/92.) buyrulmak suretiyle mal ve servet “göz dikilen değerler” olmaktan çıkarılıp sahibine sorumluluk yükleyen değerler hâline getirilmiş ve böylelikle sosyal adalet ve denge öngörülmüştür.
Devletin, toplumun bütün bireylerine asgarî yaşama şartlarını sağlaması durumunda kişi hâlâ hırsızlık yapıyorsa bu kez açgözlülük, kolay yoldan kazanma, zengin olma, hatta heyecan ve macera hissi akla gelecektir. İşte ceza ihtimalini ortaya çıkaran bu ikinci durumdur.
Ancak bu durumda dahi Hz. Peygamber, hırsızlık suçunun oluşabilmesi için bazı şartlar aramıştır. Bir hırsızlık durumunda Allah Resûlü, öncelikle çalınan şeyin, toplumun sahip olduğu ekonomik şartlarda belli bir değere ulaşıp ulaşmadığına dikkat etmiştir. Hz. Peygamber’in tespit ettiği bir diğer şart da bu değere sahip olsa bile çalınan malın koruma altında iken gizlice alınmış olmasıdır. Bu şartları taşımayan vakalarda uygulanan cezalar diğerlerinden farklıdır.
Meselâ Resûl-i Ekrem, otlakta otlayan hayvanları çalanın, çaldığının iki mislini ödemesini ve ibret için sopa ile dövülmesini emretmiş fakat elinin kesilmesini istememiştir. Zira otlakta otlayan hayvanlar koruma altında değildir. Yine Hz. Ömer’in, hizmetçinin, efendisinin evinden çaldığı bir eşya için el kesmeyi gerekli görmemesi de “koruma altında bulunma” şartının gerçekleşmemesinden kaynaklanmış olmalıdır.
Görüldüğü gibi ashâb, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan en küçük bir mazereti ya da tereddüdü bile dikkate almış ve bunu suçlunun lehine değerlendirmişlerdir. Kısaca ifade etmek gerekirse İslâm’a göre, ihtiyaç ve çaresizlik dışında bir sebeple koruma altında bulunan ve belli bir değere sahip malı gizlice almak suretiyle işlenen suça “hırsızlık” denir ve yukarıda verilen âyette belirtildiği üzere kadın ya da erkek olsun fark etmeksizin hırsızlık cezası uygulanır.
İnsanın hem dünya hem de âhiret mutluluğunu sağlamayı hedef edinen ve bu gaye ile evrensel değerler benimseyen İslâm için suç-ceza ilişkisi noktasında önemli olan, insanın can, mal ve namus gibi değerlerinin korunmasıdır. Hırsızlık ve gasp gibi suçlara verilen cezadaki temel gaye ise mal güvenliğini sağlamak ve malın meşru olmayan yollarla elde edilmesini engellemektir.
Zira hırsızlık, haklar ve hürriyetler çerçevesinde kişilerin helâl ve meşru yoldan mal edinebilmelerine vurulmuş bir darbedir. Dolayısıyla hırsızlık yapan insan, sırf kişisel çıkarı veya zaafları uğruna bir başka insanın en tabiî haklarından birini ihlâl etmektedir. Bundan dolayı Hz. Peygamber, “Kim malını koruma uğruna mücadele eder ve öldürülürse, o şehittir.” buyurmuştur.
Toplumsal açıdan bakıldığında İslâm’ın hırsıza ve hırsızlığa karşı benimsediği müeyyideler, diğer insanların aynı suçu işlememesi için alınmış caydırıcı tedbirler ve ibretlik derslerdir. İslâm aynı zamanda belirlediği bu caydırıcı cezalarla kişinin hırsızlık yapmasını engelleyerek onu günaha düşmekten korumaktadır. Bunun içindir ki Allah Resûlü, yetkili yargı mercii olarak kendisine iletilen suçları asla affetmemiş, böylece topluma çok önemli ve caydırıcı bir mesaj vermiştir.
Hırsızlığa karşı alınan tedbirler, diğer bir açıdan sistemin mağdura verdiği değeri de göstermekte, ona, “Hem toplum hem de devlet olarak biz senin yanındayız, seni ve sahip olduğun değerleri ne pahasına olursa olsun koruruz.” mesajı vermektedir.
Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarının genelinden anlaşıldığına göre aslında amaç, suçu daha meydana gelmeden önlemektir. Hırsızlık yapıldıktan sonra sadece failin cezalandırılması yönünde atılacak bir adım suçu önlemeye yetmeyecektir. Kişiyi hırsızlığa iten sebepler araştırılmalı, bu sebeplerin ortadan kaldırılmasına çalışılmalıdır. Bu konuda tek tek bireylere, bir bütün olarak topluma ve devlete düşen görevler vardır.
Suçu önleme konusunda atılacak en önemli adım, küçüklükten itibaren bireylerin bu yönde eğitilmesidir. Nitekim Hz. Peygamber çok küçük bir eşyayı çalmanın bile Allah’ın gazabına sebep olacağını belirtmiş ve “Allah bir yumurta çalıp da eli kesilen ve bir urgan çalıp da eli kesilen hırsıza (bile) lânet eder.” buyurmuştur. Bilinmelidir ki küçük şeylerin çalınmasıyla başlayan bu alışkanlık ileride meslek hâline gelip vahim sonuçlar doğurabilecektir.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
HİSSEMİZE DÜŞENLER
- Hırsızlık, el emeği ve alın terine ihanettir, en büyük günahlardan birisidir.
- Hırsızlık ve gasp gibi yollarla haksızca elde edilen para, servet, mevki, makam türü dünyalık kazançlar kul hakkıdır ve büyük bir vebaldir.
- Hırsızlığın cezası bizzat Kur’an-ı Kerim’de belirlenmiştir.
- Cezası Allah tarafından belirlenen bir suçun affedilmesi hususunda bir kimseye referans olmak doğru değildir.
- Suçluların cezasız bırakılması toplumdaki güven ve adalet duygusunu zedeler, huzuru yok eder.
- Eşimiz, evladımız, hasılı en yakınlarımızın aleyhine de olsa hak ve adaletten asla şaşmamalıyız.
- Allah adildir, adil olanları sever.
GÜNÜN AYETİ:
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Mâide, 5/38)
GÜNÜN HADİSİ:
Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kim bir karış bile olsa toprak çalarsa, kıyamet günü o yer, yedi kat hâlinde onun boynuna dolanır.” (Tirmizî, Diyât, 21)
GÜNÜN DUASI:
“Ey Rabbim! Gerek bana gerekse anne-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kulların arasına kat” (Neml, 27/19)
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU : Buluntu eşya (lukata) ile ilgili hükümler nelerdir?
CEVAP : Başkalarının rızası olmadan mallarını ellerinden almak caiz olmadığı gibi, kaybettikleri mal ya da eşyayı alıp sahiplenmek de caiz değildir.
Bir kimse bir yerde bir miktar para veya eşya bulsa onu sahibine vermek üzere alabilir. Ancak kendine mal edinmek üzere alması başkasının malını gasp etmek hükmündedir.
Bulunduğu yerde bırakıldığı takdirde telef olmasından korkulan bir şeyi sahibine vermek üzere almak vacip; telef olmayacak şeyleri almak ise mubahtır. Bir kimse bulduğu bir şeyi alırken, onu sahibine teslim etmek üzere aldığına çevresindekileri şahit tutar. Bulunan eşyanın sahibi çıkar ve onun kendisine ait olduğunu ispat ederse eşyayı ona teslim eder (Kâsânî, Bedâî’, VI, 200-201).
Buluntu eşya, onu sahibine vermek üzere alanın yanında emanet durumundadır. Bir kusuru olmaksızın bu mal kaybolsa veya telef olsa, sahibi çıktığında bedelini ona ödemekle yükümlü olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, V, 162, 163).
Buluntu eşyayı elinde bulunduran kimse bunu malın değerine göre uygun görülen bir süre ilan eder ve bekler. Sahibi çıkmazsa o malı yoksul kimselere sahibi adına tasadduk eder; kendisi muhtaç ise ondan istifade edebilir. Ancak, daha sonra sahibinin çıkması halinde bedelini öder. Sahibinin aramayacağı düşük değerli şeyler ise beklemeye gerek kalmaksızın ihtiyaç sahiplerine verilebilir; bulanın ihtiyacı varsa o da kullanabilir (Serahsî, el-Mebsût, XI, 2, 3).
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ