1. Haberler
  2. Manşet
  3. HÜCRE-İ SAADET’İN FARKLI TEMİZLİĞİ

HÜCRE-İ SAADET’İN FARKLI TEMİZLİĞİ

featured

 

Osmanlı, Peygamberimiz’in ravzasının inşasında biriken tozları bile toplayıp hürmet göstermiştir. O tozları kutsal emanet kabul ederek, Topkapı Sarayı’nda “Gubâr-ı Şerif” adıyla muhafaza etmiştir. Efendimiz’in kabirlerini örten örtüleri (ise), “Kisve-i Saâdet” adıyla muhafaza ederek günümüze kadar ulaştırmıştır. Onun için Ebubekir Kâni der ki:
Gubâr-i pâyine almam cihânı Ya Rasülallah 
Değişmem mûyine heft âsumânı Ya Rasülallah 
Duyunca makdem-i teşrifin Âdem sulb-i pâkinden 
Değişti habbeye bağ-ı cinânı Ya Rasülallah."
(Ayağının tozuna cihanı almam, bir kılına yedi kat gökleri değişmem ya Rasülallah! Ve âdem kendi sulbünden, senin geleceğini işitince, bir zerreye cenneti sattı çıktı, sen zuhur edesin diye.)
Ecdadımızın şu hassasiyetine dikkat çekmek isterim: “Osmanlı döneminde Hücre-i Saadet yılda üç kere yıkanırdı. Bu temizlik sırasında Hücre-i Saâdet’in “Bâb-ı Şâmi” isimli kapısı açılır, vazifeli ağalar üç bölüğe ayrılır. Bir bölüğü bıçak şeklinde demirlerle kazırlar, bir bölüğü hurma dalından süpürgeler ve su ile yıkarlar, bir bölüğü de büyük süngerler ile silerlerdi. 
Her bölük birbiri ardınca bu işleri sırayla yaparken, hep bir ağızdan ve yüksek sesle “Lâ ilâhe illallah, Muhammedü’r-Rasülüllah” diye zikrederlerdi. Dışarıda bulunan ziyaretçiler de bu sırada selatü selam ile meşgul olurlardı. Bu manzara mescidin içinde öyle bir hal meydana getirirdi ki, herkesin vücuduna titreme gelir, gözyaşları ise sel gibi akardı. Hz. Peygamber Aleyhisselam’ın kabr-i şeriflerinden hasıl olan su,  ağalar tarafından hatırlı kimselere hediye edilirdi.  
Osmanlı, ordusuna “Peygamber Ocağı”, askerine de Peygamberimiz’in isminden mülhem “Mehmetçik” denmişti. II. Mahmut devrinde kurulan orduya da “Asâkir-i Mansure-i Muhammediye” (Muhammed’in yardım edilmiş askerleri) adı verilmişti. Devletin bir adı ise, “Devlet-i Âliye-i Muhammediye” idi.
 
HÜRMETİN BÖYLESİ
Osmanlı evlerinde, duvarlarda Padişah tuğraları (ve fotoğrafları) değil, Şemâil-i Şerifeler asılı idi. Şemâil-i Şerifeler, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.) i anlatan, tarif eden san’atkarâne yapılmış levhalardı. 
Osmanlı’da Cuma günleri Hatip minberde hutbesini irad ettikten sonra, Rasülüllah’ın ismini anar ve ardından da Osmanlı Hükümdarı’nın ismini  “Halife-i Sultan” olarak zikrederdi. Ancak Osmanlı Hükümdarı o gün dünyanın en güçlü hükümdarı da olsa, O’nun ismini aynı basamakta anmazdı. Hz. Peygamber’e hürmeten bir basamak aşağı inerek anardı. Şu nezakete dikkat!!!  
  Bayram merasimlerinde Padişah tebrikleri tahtında oturarak kabul ettiği halde, seyyid ve şeriflerin başı konumundaki “Nâkibüleşraf”ın tebriğine sıra gelince, edebinden derhal ayağa kalkar ve ayakta kabul ederdi. Esasında O’na gösterilen bu hürmet, O’nun şahsında can Peygamberlerine idi. Seyyid ve şerifler vergiden de muaf tutulmuşlar, zaman zaman da Padişahlara cülûs törenlerinde Eyüp Sultan’da kılıç kuşandırmışlardır. Onlar’ın ağırlanıp en iyi şekilde misafir edilmeleri amacıyla, “Dârü’s- Siyâde” adıyla özel konukevleri dahi yaptırmışlardı.
Öte yandan Kutsal Topraklar’dan Osmanlı Sarayına gelen her posta, büyük bir saygı içinde karşılanmıştır. Bu mektuplar açılıp okunmadan önce, her  Osmanlı Sultanı, mutlaka abdestini tazelemiş ve ondan sonradır ki, mektubu alıp öperek, başının üzerine koyduktan sonra,  okutup ayakta ve kemâl-i hürmetle dinlemiştir. Gereğini de tereddütsüz yerine getirmiştir. Bu tutum ve davranış da, Hz. Peygamber’e karşı hürmetin derinliğine işaret eder.
 
SÜRRE’DEKİ NEZAKET
Sürre alayları ile İstanbul’dan gönderilen zâire, Medine yakınlarındaki El-Amberiye’de depolanırdı. Buharlı gemilerin yapılmasıyla birlikte sürre, deniz yoluyla, Hicaz Demiryolu’nun inşası ile de, demiryoluyla gönderilecektir.
Osmanlı Devleti dünyada arşivcilik üzerine çok hassas olan bir devletti. Sürre Defterleri de bu konuda en ayrıntılı bilgileri ihtiva etmektedir. Hangi yıl kaç kişiye yardım gönderilmiş, çeşitleri ve miktarları tek tek kaydedilmiştir. Hatta Mekke ve Medine’de yaşayan tüm insanların mesleği, mezhebi, ırkı ve ne hediye gönderildiği defterlere geçirilmiştir. Daha da ilginç olanı, Mekke ve Medine’de yaşayan herkese hediye gönderildiğini de bu defterlerden öğreniyoruz.  
Osmanlı, o gıda çuvallarını ve daha başka çeşit yükleri taşıyacak olan hizmetçileri,  Mekke ve Medine halkından seçmezdi. Bizzat İstanbul’dan götürürdü. Şayet Kutasal Topraklar’daki o insanlara yük taşıtırsak, olur ki, Rasülüllah’ın soyundan birisine rastlarız, sonra biz bu vebalden kurtulamayız mülahazasıyla, kesinlikle yerli halka yük taşıttırılmazdı. Osmanlı’nın o yiğit evlatları, yükleri sırtlanırlar ve mahalle mehalle, sokak sokak, ev ev dolaşarak ihtiyaç sahiplerine kemâl-i hürmetle dağıtırlardı. Hakeza para keseleri de adreslerine itina ile ulaştırılırdı. Sadece şu yaklaşım dahi, ecdadımızın Sevgili Peygamberimiz’e olan derin hürmet ve muhabbetini ve Kutsal Topraklar’a olan sevgi ve saygısını göstermeye yeter de artar bile.
 
  HÂDİMÜ’L-HARAMEYN PADİŞAHLAR
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinde Mercidabık zaferini kazanıp merasimlerle, o gün için dünyanın en büyük ve en zengin şehirlerinden olan Halep şehrine girmiş ve Halep’in en görkemli camisi olan Ulu Camide kılınan Cuma namazında hutbe de, O’nun adına okunmuştu.
Hatip hutbede Yavuz’dan: “Hâkimü’l- Haremeyni’ş-Şerifeyn” diye bahsedince, Padişah derhal müdahale edip: “Ben hangi cüretle Haremeyn’in hâkimi olabilirim. Allah ve Rasülü’nden hicap duyarım. Bu ifadeyi “Hâdimü’l Haremeyni’ş-Şerifeyn” (Mekke ve Medine’nin hâdimi (hizmetçisi) şeklinde değiştiriniz” demişti. Aynı Yavuz, Mısır seferine giderken: “Biz Rasülüllah’ın daveti üzerine” gidiyoruz diyordu. Sina çölünü ordusuyla geçerken de atını yedeğine almış Hz. Peygamber’in peşinde O’na hürmeten yaya yürüyordu. (Yavuz bahsinde konuya daha geniş temas edilecektir.)
Mısır’ın fethini müteakip Kutsal Toprakları kılıç kullanmadan Osmanlı’ya bağlayan Yavuz, Rasülüllah’a duyduğu hürmetten dolayı, Mekke ve Medine’ye Osmanlı sancağını astırmamıştır. Yüzyıllar boyunca diğer sultanlar da bu geleneğe harfiyen uymuşlardır. 
Öte yandan Osmanlı’da mevlid merasimleri çok görkemli yapılırdı. Bu durum, millet olarak Rasülüllah’a duyulan hürmet ve muhabbetten ileri geliyordu elbette. Fakat daha da meseleyi edepli kılan, mevlid dinlenirken her Muhammed(sav) adı geçtikçe, “Allahümme Salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve Alâ Âli Muhammed” diye  salevat okuyan dinleyicilerin ellerini kalplerinin üzerine koyarak “seni bütün kalbimizle seviyoruz Ya Rasülallah” demek istemeleridir.
  Dünden bugüne bu merasimlerde Mevlid’in Veladet bahri okunurken ise, okuyucu Allah Rasülünü’nün doğumunun anlatıldığı bölüme gelip te : 
“Doğdu ol saatte ol Sultân-ı Din
Nura garkoldu semâvât-ü zemin” ( Din’in Sultanı Hz. Muhammed Mustafa doğduğu saatte, yer ve gök nur içinde kaldı)  deyince, hiçbir uyarı olmaksızın hazır bulunanların tamamı ayağa kalkıp, hazırol vaziyetinde Peygamberimiz’in dünya’ya teşrifini ayakta saygı ve sevgiyle karşılamaları, ardından hep bir ağızdan ve büyük bir coşkuyla üç kez art arda, salavât-ı şerife’yi tekrar tekrar okuyup dua yapmalarındaki zerafet, bu milletin Peygamberine ne derece derinden bir hürmet duyduğunun bir göstergesi değil midir?
Yavuz, “Halife-i Müslimin” sıfatını kazandıktan sonra,  Peygamberimiz’ın temsilcisi olduğunun da şuuru içindeydi. Tam dört asır boyunca Osmanlı Sultanları bu şuuru yaşatma çabası içinde olacaklar ve vekili oldukları Peygamberlerine cân-ı gönülden bağlanacaklardı. Mekke ve Medine şehirleriyle birlikte, ahâlisini de Peygamberimiz’in bir emaneti olarak kabul edecekler ve bu emanete ihanet etmemek için seferber olup, olanca güçleriyle Kutsal Topraklar’a ve üzerinde yaşayan halka her türlü hizmette bulunacaklardı.
  Osmanlı insanı zarifti, edep ve haya sahibiydi. 
“Güzeli güzel yapan şey, edeptir,
Edep ise, güzel sevmeye sebeptir.” Bu tekerlemeden hareketle, Cenab-ı Hak insanı, mükerrem ve eşref-i mahluk olarak yaratmıştır. Yeryüzünün de halifesi. İnsan denen varlık, güzeldir. Hz. Peygamber ise, tüm varlıklardan güzeldir. Onun için Osmanlı insanı, genel manada insanı, özelde ise Hz. Peygamber’i sevmeyi ve hürmet duymayı edebin bir gereği olarak mütalaa etmiştir.
Kibar Ayaydın’nın ifadesiyle: “ O (sav) her şeyiyle insanlığın asırlarca beklediği Allah kelamının son söz sultanıydı. İnsanlık semasına sönmeyen bir yıldız gibi doğdu. “O”, Sonsuza kadar da okunacak olan Kur’an-ı Mübin’in yeryüzündeki “Kutlu Neferi”ydi. İnsanlık O’nun gibi bir nur yumağı görmedi. 
“O”, nurun alâ nur olan Hâtemül Enbiya idi. 
“O”, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş kâinatın son nebisiydi. Onun, insanlığa ulaştırdığı ilahi mesajlar, insanın hem dünya, hem de ukba saadetini sağlayan hikmetler hazinesiydi.” 
 Her şeyin ölçüye, tartıya vurulduğu o büyük buluşma gününde, alnını secdeye koyup “ümmeti ümmeti” diye inleyen bir Peygamberdir “O”. Çünkü “O” her şeyiyle bir şefkat ve merhamet peygamberidir. Ümmetim olmadan cennete girmem diyen bir Peygamber için hangi birimiz ona meftun olmaz ki.”
İşte ecdadımız da bu yüzden O’na (sav) meftun oldu. Meftun olmakla kalmadı, O’na derin bir muhabbet besledi. Hürmet etti. Asırlar boyunca Kutsal topraklara hizmet etti.
Osmanlı Padişahlarının minyatürlerine dikkatli bir şekilde bakarsak, başlarındaki sarıklarının ucunda bir sorguç olduğunu görürüz. Aslında bu bir süpürge maskotudur. Bu sembolik işaretle Haremeyn’in birer süpürgecisi ve hizmetcisi olduklarını ima ederlerdi. Üstelik Haremeyn’in temizliğini yapan işcilerin ücretlerini de, padişahlar kendi keselerinden karşılardı.