1. Haberler
  2. Manşet
  3. KABE’DE BAZEN İMRENİYORUM, BAZEN DE İĞRENİYORUM

KABE’DE BAZEN İMRENİYORUM, BAZEN DE İĞRENİYORUM

featured

 

Evet! Afrikalılar’dan bahsediyorum. Ağırlıklı olarak da Orta Afrikalılardan. Çünkü Kuzey Afrika’da Mısır, Libya ve Fas gibi ülkelerin insanı daha kültürlü ve daha farklı. Diğerleri simsiyah insanlar. Ayakkabı boyasıyla, ya da soba borusu içindeki kurumla boyasanız bir insanı, belki bu kadar siyah olamaz. Afrikalı Zenci, biraz da alaylı bakan birisine dönüp diyor ki:
 “Niye bakıyorsun kardeşim. Boyayı mı beğenmedin. Yoksa boyacıyı mı?” 
Amma okkalı söz değil mi? Buna, hedefi tam 12’den vurmak denir. Bu söze muhatap olan insan yıllarca ağlasa ancak anlayacağı latif ve geniş manalı bir değerlendirme.
 İşte o noktada insan : “Yaratılanı hoşgördük, yaratandan ötürü” diye hadiselere Yunusca yaklaşmasını bilmeli. 
İbret ve hikmetle her gün bin merhale aşmalıdır. 
Madde kabuğundan sıyrılıp taşmalı, kazandığı manevi enerji ile cûş-u hurûşa gelip coşmalı ve gözyaşları içinde sırıl sıklam Rabbisine koşmalı.
Afrikalıların yüzlercesini bazen yol kenarlarında küçük pet şişelerle abdest alırken, bazen Kâbe’de ve çevresinde sere serpe yatıp horul horul uyurken, ezan okununca da kalkıp namaza dururken görürsünüz. 
Bazen kumanya kuyruğunda yiyecek alıp yedikten sonra çöplerini etrafa saçtığına, bazen de tuvaletini bir köşeye yaptığına tanık olursunuz. 
Bazen ağzını ve burnunu olduğu gibi yolun ortasına çok rahat bir şekilde boşalttığına, bazen de kaba kuvvetle Kâbe’de haddini aştığına ve sereserpe ortalıkta dolaştığına şahit olursunuz.
 İşte bütün bu hareketlerini izlerken, iğreniyordum onlardan. Ancak hemen kendime gelip düşünüyordum ve kendi kendime diyordum ki:
“Hey! Hey! Kendine gel. 
Ne olursa olsun. Taa Afrika’dan kalkıp Beytullah’a gelmiş bu Allah’ın misafirlerinden nasıl iğrenirsin? Hor görüp çiğneme kimseyi, yoksa sen de çiğnenirsin. Kınadığını yaşarsan bir gün, o zaman anyayı Konyayı öğrenirsin. 
Ben bir Türk olarak, bu İslam kültürünü elhamdülillah tam 1000 yılda kazandım. Dualar edip, ecdadımı, hayırla, rahmetle ve minnetle andım. 
Ya Afrikalı? O, kabile Reisi İslamiyeti seçince tanıştı bekli de Müslümanlıkla. Ve o da islamiyeti kabul etti ve kalktı dağdan, çölden bayırdan geldi Mekke şehrine. Birkaç yıllık İslam bilgisi, ilgisi ve kültürüyle onlardan daha başka ne beklenebilirdi ki?…” Eğitime ihtiyaçları vardı elbette o insanların. Allah Rasülü de tek başına ortaya çıkıp, o bedevi ve cühela Arapları eğiterek güçlü bir İslam devleti ve medeniyeti kurmamış mıydı? Ben, kendimi onlarla nasıl mukayese edebilirdim? Ben uçakla buraya gelip lüks bir otelin 18. katında klimalı bir odada kalır, çeşit çeşit yemeklerimi hazır bulup yerken, Afrikalı Hacı adayları nice zorluk ve meşekkatlerle gelmişti buralara. Kâbe etrafında yatıp kalkıyorlardı. Ne bulurlarsa onu yiyorlar, bir kumanya alabilmek için saatlerce kuyrukta bekliyorlardı. 
Ben Arafat’a ve Müzdelife’ye otobüsle giderken, Afrikalılar onlarca km yolu sırtlarında çantalarla yürüyerek katediyor-lardı.
Ben şeytanı taşlayıp otelime dönerken, onlar üç gün boyunca Mina’da çok olumsuz ve sağlıksız şartlarda yol kenarlarında konaklıyorlardı. 
Onların birçoğunun sırtlarında ve kucaklarında çocukları olduğu halde hac farizasını ifa ettiklerine şahit oldum. Tavafta, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da o küçük çocukları sırtlarında taşıyorlardı. Bu keyfiyet, iman yolunda fedakârlığın en müşahhas numunesi değil de nedir? Her biri Müezzin-i Paygamber olan Bilal-ı Habeşi’nin adeta birer izdüşümü gibiydi. Bunca zahmet içinde yapılan taat ve ibadet de daha fazla takdire değer olmalıydı elbette. 
Bazı Afrikalıları da görüyordum ve imreniyordum onlara. % 90’ı güçlü kuvvetli, boylu poslu tığ gibi delikanlı. Nicesinin Kâbe’ye öyle bir bakışı ve o simsiyah gözlerden öyle bir gözyaşı akışı vardı ki, inanın bu manzaraya şahit olanın hayranlıktan yağını eritir. İmreniyordum baktıkça onlara. Çünkü Rablerine öyle bir içten yalvarış ve yakarışları vardı ki, çoğu kere düşüyordum peşlerine onlar dua ediyorlardı ben de âmin diyordum. Onların o samimi, içten ve ihlâsla yapılan dualarına hayran kalmamak mümkün mü? İşte o zaman da imreniyordum onlara. 
Samimi duruşlarına imreniyordum.
Hakka tam manasıyla teslim oluşlarına imreniyordum. 
Pet şişelerde abdest alışlarına, namaz vakti hakkın huzuruna çıkarken, sararıp soluşlarına imreniyordum. 
Onların renklerine bakınca boyacının kudretini görüyordum. 
Gönlümde ilmek ilmek sevgi dokuyup, sevgi örüyordum. 
Şeytanın tüm desiselerinin ol defterini dürüyordum. 
Kürek elimde, onlardan iğrenmeme yol açan iç dünyamdaki bataklığı kürüyordum. Boynuna taktığım iple, egobenimi sürüm sürüm yerlerde sürüyordum. 
Dereli, tepeli, dikenli yollarda nice merhaleler katederek hak ve hakikate yürüyordum. Sevdim onları. Hem de Allah için sevdim. 
Girdim kollarına fotoğraf çektirdim. Namazlardan sonra müsafaha yaparak ve elimi kalbime götürüp gülümseyerek, beden dilimle sevgimi hissettirmeye çalıştım. Karşılığını da fazlasıyla almıştım. Memleketlerini soruyordum onlara tarzanca. Onlar da benim İstanbul’dan geldiğimi öğrendiklerinde, ne kadar şanslısın der gibi hayran hayran ve gülümseyerek bakıp iç geçirdiklerine tanık oluyordum. Tekrar tekrar “İstanbul” diyorlardı. Din kardeşim olduğu için sevdim o kapkara müslümanları. Kara Bilal’i seven Ashâb-ı Kiram gibi sevdim onları.
Bir de Kâbe’de tavafı yaranlar ve kaba kuvvete baş vuranlar var. Görüyorum ki, dünyanın her tarafından gelen ve tavaf eden tüm insanlar bu durumdan ve bu kişilerden aşırı derecede rahatsız. Hatta bu küstah insanlara düşman gibi bakıyorlar desek de yeridir. İçimden: “Olmaz böyle bir şey” diyorum. Ben de işin kolayına kaçarak aynı şeyi yapabilirim. Ama bunca Allah’ın misafirini incitmekten Allah’a sığınırım. Bayrama kadar bu yol yordam tanımayan kaba insanların, kadınlar hariç hiç birine kaba kuvvet kullanmadım. Ama geri çekilip yol da vermedim. Hatta yer yer sözlü tepkimi de gösterdim. Eğer haccın temel esprilerinden biri olan sabır olayı olamasa,  adeta melekleşmiş o sessiz kalabalık, bu kaba insanları hizaya getirmesini bilirdi de… Lakin “sabır ya hacı” söylemi her şeye ilaç gibi geliyor. 
Bu küstah tavrı sergileyen insanlar içinde Türk olanı çok nadir. Malezyalı ve Endonezyalı ise hiç yok. Hatta bir defasında tavaf yaparken, namaz kılan bir Türk Hacı’nın önünden geçmek zorundaydım. O da dizlerini yere koymuş secdeye gitmek üzereydi. Belki gayrı ihtiyari iki eliyle “buyur geç” dercesine işaret etti. İşte genelde Türkler’in davranışı bu idi. 
Tavaf eden bir Türk ailenin kızı babasına soruyordu: “Baba bu tersine giden insanlar kimler? Niye halkayı yarıyorlar?” Babası kızmış ve köpürmüş bir vaziyette kızına yüksek sesle cevap veriyordu: “Kızım bunlar zâlimler. (tekrar tekrar) “ Zâlimler bunlar.” Çünkü bunca insanın ilerleyişini durdurarak, rahatsız edip zulmediyorlar”
Haa aslında Kâbe’ye ulaşmak o kadar zor da değil. Girersiniz sağdan sola dönen insan halkasına. Kimseyi rahatsız etmeden yavaş yavaş ve sola kaya kaya ulaşırsınız Kâbe duvarına. Ama ne gerek var. Ben en kısa yoldan yürür Kâbe’ye ulaşırım. Bu sırada falancayı itmişim, filancanın ayağına basmışım, ötekini çiğnemişim, berikinin üzerinden atlamışım bu beni enterese etmez diyen insanları takdirlerinize havale ediyorum.