Bilecik İl Müftüsü Ahmet Dilek, Üç Aylar ve Regaip Kandili dolayısyla mesaj yayımladı.
Mübarek aylar arasında, kulları ruhen ve bedenen Ramazana hazırlayan Receb ve Şâban aylarının ayrı bir önemi olduğunun altını çizen Müftü Dilek, şöyle devam etti:
”Receb ayı girdiğinde, “Allahım! Receb ve Şâbanı hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazana ulaştır…” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189.) şeklinde dua eden Resûlullah (sav), üç ayları sevinç içerisinde karşılamıştır.
Receb ayının değerini yücelten önemli bir hâdise de Miraçtır. Peygamber Efendimizin Mescid-i Harâmdan Mescid-i Aksâya gittiğini ifade eden İsrâ, oradan da yedi kat semaya yükseldiğini ifade eden Mirac olayı bir görüşe göre Receb ayında gerçekleşmiştir. Miraçta, Resûl-i Ekrem’e beş vakit namazın, Âmenerrasûlü olarak bilinen Bakara sûresinin son âyetlerinin ve “Allah’a şirk koşmayanların büyük günahlarının bağışlanabileceği” müjdesinin verilmesi Receb ayı için bir bereket vesilesidir.
Receb ve Şâban ayları, Peygamber Efendimizin oruç tutmaya büyük önem verdiği aylardır. Fakat Hz. Peygamber, bütün ayı oruçlu geçirmenin Ramazanın şerefine özel bir durum olarak kalmasını istediğinden olsa gerek, Receb ayı orucundan bahsettiği bir hadisinde bu ayın tamamının oruçlu geçirilmesini hoş görmediğini belirtmiştir.
Hz. Peygamber Şâban ayı geldiğinde de oruç tutmaya özen gösterirdi.
Çok sevdiği Zeyidin oğlu Üsâme bunu fark etmiş, Şâban ayında tuttuğu kadar hiçbir ayda oruç tutmamasının sebebini sorduğunda Allah Resûlünden şu cevabı almıştı: “Bu ay Receb ile Ramazan arasında insanların gafil bulundukları bir aydır. Bu ayda ameller âlemlerin Rabbi olan Allaha arz olunur. Ben de amellerimin oruçlu iken Allaha sunulmasını arzu ederim.” (Nesâî, Sıyâm, 70.)Kulun amellerinden Allahın haberdar olmaması düşünülemez. Fakat kulların amellerinin Allaha belirli zamanlarda arz olunması, muhtemelen Allahın kullarına tevbe için fırsat tanımasından kaynaklanmaktadır. Şâban ayı içerisinde muhtelif günlerde oruç tutan Hz. Peygamberin, Şâbanın son günlerini oruçlu geçirerek Ramazan ayı ile birleştirdiği de olmuştur. Bununla birlikte, Hz. Âişe validemiz Peygamber Efendimizin Ramazan haricindeki hiçbir ayı tamamen oruçlu geçirdiğine şahit olmadığını söylemektedir. Bundan dolayı bu ayların tamamının oruçlu geçirilmesi yerine belirli günlerde oruç tutularak nefsin terbiye edilmesi ve Ramazan”a hazırlanması esas alınmalıdır.
Şâban ayının on beşinci gecesi ise, kültürümüzde Berât gecesi olarak adlandırılır. Peygamber Efendimiz, Şâban ayının yarısına denk gelen bu gecede Allaha çok ibadet edilmesini, gündüzünde ise oruç tutulmasını tavsiye etmiş ve o gece güneş batınca Allah Teâlânın dünyaya rahmetiyle tecellî ederek fecre kadar, “Bağışlanmak dileyen yok mu, onu bağışlayayım! Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim! Belaya duçar olan yok mu, ona afiyet vereyim!..” buyurduğunu bizlere müjdelemiştir.(İbn Mâce, İkâmet, 191.)
İşte böyle bir gecede uyanan Hz. Âişe, Resûlullahı (sav) yanında göremeyince dışarı çıkıp aramaya başlamış ve onu Bakî mezarlığında başını gökyüzüne kaldırmış bir vaziyette bulmuştu. Peygamber Efendimiz, Allahın rahmetinin bu gecede ne kadar geniş olduğunu anlatmak için Hz. Âişeye: “Şâban ayının yarısına denk gelen bu gece Allah dünya semasına iner (rahmetiyle tecelli eder) ve Kelb kabilesinin koyunlarının kıllarından daha çok sayıda günahkârı bağışlar.” (Tirmizî, Savm, 39) buyurmuştu.
Kurân-ı Kerîm;de Ramazan ayından bahsedildiği gibi, “mâlûm aylar” denilerek hac mevsiminden de bahsedilmektedir.(Bakara, 2/197.)Peygamber Efendimiz “mâlûm aylar” ifadesini Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin ilk on günü olarak açıklamış olup, bunlar on iki aydan oluşan ve Muharrem ayı ile başlayan hicrî yılın son üç ayıdır. Hac ibadetinin yalnızca bu zaman zarfında yapılması bu dönemin mübarekliğinin bir göstergesi olmalıdır.
“Şüphesiz Allahın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazgısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır.”( Tevbe, 9/36.) âyetinde zikredilen “haram aylar” da mübarek aylar arasında yer almaktadır. Kan dökmenin ve savaşmanın yasak olduğu bu aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Peygamber Efendimiz Veda Hutbesinde haram aylar hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzü dokunulmaz (haram) kıldığı gibi kanlarınızı, mallarınızı ve ırzlarınızı da dokunulmaz (haram) kılmıştır.” (Buhârî, Edeb, 43)
Hem hac mevsiminin hem de haram ayların içerisinde yer alan Zilhicce ayının ilk on gününün faziletini bizlere anlatan Peygamber Efendimiz, “Salih amelin Allah katında en sevimli olduğu günler (Zilhiccenin ilk) on günüdür.” (Tirmizî, Savm, 52) buyurmaktadır. Bu sebeple o (sav), Zilhiccenin dokuz gününü oruç tutarak değerlendirme yoluna gitmiştir. Onuncu gününde ise Kurban Bayramının ilk günü olduğu için oruç tutmamıştır.
Kurân-ı Kerîmde muhtelif yerlerde “on gün” ifadesi geçmekte ve bu ifadelerin Zilhiccenin on gününü kastettiği belirtilmektedir. Bunlardan ilki Hz. Musanın Allah Teâlâ ile buluşması için hazırlandığı süreyi anlatan, “Musaya otuz gece süre belirledik, buna on (gece) daha kattık. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı.” (A’râf, 7/142.) âyetindeki on gecedir. İkincisi, Fecr sûresinde geçen, “On geceye andolsun.” (Fecr, 89/2.) âyetidir. “Allah”ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah”ın adını ansınlar.” (Hac, 22/28.) âyetinde yer alan “belirli günler” ifadesi de Zilhiccenin on günü olarak yorumlanmaktadır.
Zilhiccenin dokuzuncu günü, Kurban Bayramı arefesidir. Peygamberimiz hiçbir gecede bu gecede olduğu kadar çok sayıda kulun cehennemden azat edilmediğini müjdelemekte, şeytanın ise hiçbir zaman, arefe günü görüldüğünden daha küçük, daha hakir, daha zelil ve daha öfkeli görülmediğini belirtmektedir.(Muvatta’, Hac, 81.) Ayrıca, “arefe günü tutulacak orucun önceki ve sonraki senenin günahlarına kefaret olacağını Allahtan ümit ediyorum.” (Tirmizî, Savm, 46) buyurarak Allahın rahmetinin indiği bu bayrama hazırlık gününde oruç tutulmasını teşvik etmektedir.
Arefe gününden sonra Kurban Bayramı başlar ki, Peygamber Efendimiz Allah katında günlerin en değerlisinin Kurban Bayramının ilk günü, sonra ikinci günü olduğunu ve bu günlerin Allah tarafından Ümmet-i Muhammede bayram kılındığını haber vermektedir. Allahın Kutlu Elçisi, bu günleri Müslümanların bayramı olması dolayısıyla (oruç değil) yeme-içme ve Allahı zikretme günleri olarak nitelemiş, Hz. Âişe de, onun (sav) bu günlerde oruç tuttuğunu hiç görmediğini söylemiştir.(Tirmizî, Savm, 51.)
Zilhicce ayından sonra, hicrî yılın ilk ayı olan Muharrem ayı gelmektedir. Hz. Peygamber, “Ramazan ayından sonra en kıymetli oruç Allahın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur.” (Tirmizî, Savm, 40) buyurarak bu ayı “Allahın ayı” şeklinde nitelemiştir. Muharremi değerli kılan diğer bir husus ise, içerisinde Âşûrâ gününün bulunmasıdır. Peygamberimiz, “Âşûrâ günü orucunun, bir önceki yılın günahlarına kefaret olmasını Allahtan ümit ediyorum.” diyerek Âşûrâ orucu tutmaya teşvik etmiştir. Hatta Peygamberimiz zamanında çocukların bile bu ibadete alışmasını arzu eden anneler, onlarla birlikte oruç tutmuşlar, onlara yünden oyuncaklar yaparak açlıklarını unutturmaya çalışmışlardır. Âşûrâ orucu, câhiliye döneminde de bilinen ve tutulan bir oruçtur. Peygamber Efendimiz Medineye geldiğinde yahudilerin bu günde oruç tuttuklarını görmüş, sebebini sorduğunda yahudiler, “Bugün Musa ile İsrâiloğullarının Firavundan kurtuldukları gündür. Biz onu kutlamak için bu günde oruç tutuyoruz.” cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine Allah Resûlü; “Biz Musaya sizden daha yakınız.” buyurarak Âşûrâ gününde oruç tutulmasını emretmiştir.(Buhârî, Savm, 69)
Ramazan orucu farz kılınmadan önce Müslümanlar Âşûrâ orucunu hep birlikte tutuyorlardı. Fakat Ramazan orucunun farz olmasının ardından Peygamber Efendimiz Müslümanları bu orucu tutma konusunda serbest bırakmıştır; dileyen bu gün oruç tutmuş dileyen tutmamıştır. İbn Abbâs, Âşûrâ günü ile birlikte bir gün öncesinin de oruçlu geçirilmesini, böylece yahudilere muhalefet edilmesinin daha uygun olacağını belirtmektedir.
Buraya kadar anlattığımız mübarek zaman dilimleri, yılda bir defa yaşayabildiğimiz aylar ve günlerdir. Bunlardan başka bir de her hafta istifade imkânı bulduğumuz mübarek vakitler vardır ki, bunların başında haftalık toplanma vakti olan cuma günü gelmektedir. Kurân-ı Kerîmdeki sûrelerden birinin isminin Cuma olması ve yine aynı sûrede Cuma namazından açıkça bahsedilmesi(Cuma, 62/9.) bu vaktin önemini göstermektedir. Peygamber Efendimiz, cumanın “Müslümanların bayramı” ve “üzerine güneş doğan en hayırlı gün” olduğunu, Hz. Âdemin bu günde yaratıldığını, cennete girdiğini ve tekrar cennetten çıkartıldığını ifade etmektedir.(Müslim, Cum’a, 17.) Yine Peygamberimiz, “Cuma günü öyle bir an vardır ki, şayet bir Müslüman kul namaz kılarken o âna rastlar da Allahtan bir şey dilerse, Allah mutlaka ona dilediğini verir.” (Müslim, Cum’a, 13.) buyurarak cumanın icabet ânına dikkat çekmektedir. Bir hadiste bu kıymetli vaktin, imamın hutbe için minbere çıkması ile namazın eda edilmesi arasındaki vakit olabileceği ifade edilmekteyse de icabet ânının kesin bir şekilde belirlenmemesi, cuma gününün tümüne değer verilmesi gerektiğini göstermektedir. Şu hâlde cuma günü her ânını Allahın rızasına uygun bir şekilde geçiren kimsenin bu vakti yakalaması ve Allahın da onun dileklerini yerine getirmesi umulur.
Pazartesi ve Perşembe günlerinin önemine de dikkat çeken Peygamber Efendimiz, “İnsanların amelleri Pazartesi ve Perşembe günleri olmak üzere haftada iki defa (Allaha) arz olunur ve inanan her kula mağfiret buyrulur. Yalnız din kardeşi ile aralarında düşmanlık bulunan kul müstesna! (Onlar hakkında), Bu iki kişiyi (barışa) dönünceye kadar bırakın denilir.” buyurmaktadır.(Müslim, Birr, 36.) Hz. Âişe’nin ifadesiyle Pazartesi ve Perşembe günü oruçlarını dört gözle bekleyen Allah Resûlü, çevresindekilere de bu günleri oruçlu geçirmeyi tavsiye etmiştir.
Her hafta yaşadığımız mübarek vakitler olduğu gibi her gün karşılaştığımız bazı özel anlar da bulunmaktadır. Bunların başında, gecenin son üçte birine yani imsaktan önceki zamana rastlayan seher vakti gelmektedir. Amr b. Abese isimli sahâbî, bir gün Hz. Peygamberin huzuruna gelerek Allaha yakın olabilmek için gözetilmesi gereken ve diğer zamanlardan daha mübarek olan vakitlerin bulunup bulunmadığını sormuş, Allah Resûlü de, “Evet!” demiş ve sözlerine şöyle devam etmişti: “Allahın kula en yakın olduğu vakit, gecenin sonlarına doğru olan vakittir. Eğer bu saatlerde Yüce Allahı anan kişilerden olmayı başarabilirsen, bunu yap…” (Nesâî, Mevâkît, 35.) Ebû Hüreyreden (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) bir başka hadisinde gecenin bu anlarını ibadet ve taatla geçirenler hakkında ilâhî rahmetin tecellî edeceği müjdesini vermiştir: “Yüce Rabbimiz, her gece, gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına iner (rahmet nazarıyla bakar) ve şöyle buyurur: Bana dua eden yok mu ki duasını kabul edeyim! Benden bir şey isteyen yok mu ki ona dilediğini vereyim! Benden mağfiret isteyen yok mu ki onu bağışlayayım! (Buhârî, Deavât, 14.) Kurân-ı Kerîmde cennetle mükâfatlandırılacak kimseler sıralanırken, “seherlerde Allahtan bağışlanma dileyenler” in de sayılması(Âl-i İmrân, 3/17.) günün berekete uyanan bu ilk saatlerinin gaflet içinde geçirilmemesi gerektiğini göstermektedir.
Seher vaktinin kıymeti hakkında bilgi veren Peygamber Efendimiz, bu nadide zaman diliminin gece namazı kılınarak değerlendirilmesini tavsiye etmiş, geçmişte yaşamış salih kişilerin de ısrarla buna devam ettiklerini söylemiş ve gece namazının Allaha yakınlık sağlayacağını, günahlardan sakındıracağını, kötülükleri örteceğini ve vücudu hastalıklara karşı koruyacağını haber vermiştir.(Tirmizî, Deavât, 101.)
Allaha ibadetin her zamankinden daha kazançlı ve daha kıymetli olduğu böylesine faziletli vakitler yanında, ibadet etmenin yasaklandığı vakitler de vardır. Bunlara “mekruh vakitler” veya “kerahet vakitleri” denmektedir. Peygamberimizin namaz kılmayı ve cenazeleri defnetmeyi yasakladığı üç vakit; güneşin doğduğu, tam tepede olduğu ve battığı vakitlerdir. Bu üç vakitte namaz kılmanın mekruh oluşu, güneşe tapan insanların, güneşin doğuş, zirve ve batış ânını güneşe tapınma vakitleri olarak belirlemiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Allah Resûlü onlara benzememek için Müslümanların bu vakitlerde ibadet etmelerini hoş görmemiştir.
Bazı vakitlerin, kendilerinde cereyan eden hâdiseler sebebiyle diğer vakitlerden daha mübarek oldukları Kuran ve sünnetin bizlere bildirdiği bir gerçektir. Ancak bu vakitlerin insanlar için de bereketli olabilmesinin en temel şartı; Allaha kulluk bilinciyle geçirilmeleridir. Yine yılın hangi ayı, günü ve saati olursa olsun kulluk bilinciyle geçirilirse o zaman dilimi azizdir, mübarektir, özeldir. Nice mübarek vakitler vardır ki, değerini bilmeyip gafil olanlar için ancak bir kayıptır.
Bütün vakitler, Allahın insanlara sunduğu birer nimettir. İnsan değerlendiremediği müddetçe vaktin mübarek olmasının ona bir fayda sağlamayacağı da bilinmesi gereken bir gerçektir. Bu vakitlerin huzur, bereket, af ve mağfiretinden yararlanabilmenin yolu; Peygamber Efendimizin öğrettiği gibi, Allahın rızasına erişebilmek için az da olsa devamlı ibadet etmektir. Her ânında Allahın hoşnutluğunu gözeten bir kul, hangi gün olduğu tam olarak bilinemeyen Kadir gecesine de erişecek, diğer mübarek vakitleri de hakkıyla ihya edebilecektir.
İnanan insanlar, Kuran ve sünnet ölçüsüne göre zamanını şekillendirmeli; kulluk şuuruyla, hizmet bilinciyle geçirilmeyen her ânın zarar ve ziyan olacağı gerçeğini unutmamalıdır.”