Dünkü sohbetimizde Rasülüllah’a veda ile Mekke’ye doğru yola çıkacağımızı ifade etmiştik. Ancak, Medine’de kaldığımız 8 günün bir değerlendirmesini de yapmamız gerekiyor. Acaba bu zaman dilimini gereği gibi değerlendirebildik mi? Rasülüllah’ın huzuruna çıkınca halimizi arzedebildik mi?
Bu konuda ulema, suleha ve mezhep imamlarından birkaç örnek verdikten sonra inşallah Medine programımızı bitirmiş olalım.
Ahzap Süresi’nin 6. âyetinde: “Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür” buyurulur. Öyleyse Hz. Peygamber’in huzuruna varan mü’min bilmeli ki, burada canımdan üstün ve canımdan daha çok sevdiğim Peygamber’im duruyor. Ben de, O’nun yüzü hürmetine var olmuşum. Yüce Mevlam, Peygamberim’i yarattığı için beni yaratmış. Mü’min’in içinde esen fırtınaların serinliği ve mesajı, kalbinde ve zihninde bu şekilde makes bulmalı ve “edep, aklın suretidir” ilkesinden hareketle, bütün edebini takınarak huzura varmalıdır. Nitekim Allah Rasülü:“Kabrimin yanında, benim için okunan salevatı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir” buyurdu. Başka bir ifadesinde de: “Bana selam verene, ben de selam veririm” diyor.Peki, bu noktada, bunca ulema, suleha ve evliya, güzeller güzeli O Rasül’ü ravzasında nasıl ziyaret etti acaba? Birkaç örnekle izaha çalışalım.
Kafkas kartalı Şeyh Şamil, imanı sağlam tam bir Peygamber sevdalısı insandı. Hayatının büyük bölümünü Ruslarla mücadeleye adamış ve Allah yolunda cihat ve gaza etmişti. Moskova, İstanbul, Kahire yoluyla Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş ve Hac farizasını yerine getirdikten sonra, geldiği Peygamber şehrinde Mescid-i Nebevi’ye yüz metre kala durmuştu.
Tüm edebini takınarak, Rasülüllah’ın huzuruna kadar olan o yüz metreyi sürünerek gitmiş ve durumunu arzetmişti yüce makama. “Ya Rasülallah!” diyordu. “Ben bugüne kadar ömrümü Din uğrunda cihatla geçirdim. Artık yaşım kemâle erdi. Bugüne kadar hep uzaklarda senin hicranınla yandım. Eğer izin verirsen ahir ömrümde Mescid-i Nebevi’nin temizlik hizmetini yapmaya talibim…” Kimbilir o yanan gönlüyle daha ne diller döktü? Vefat edinceye kadar Mescid’in hizmetinde bulunan Kafkas Kartalı, vefat edince de Cennetü’l- Baki’ye defnedilmişti.
Ya İmam-ı Azam Hazretleri! O da Peygamberimiz’in Ravzasına 7 metre kala duruyor ve Allah Rasülü’nden destur aldıktan sonra huzuruna varıyordu. Medine-i Münevvere’de kaldığı sürece sırf Rasülüllah’a olan hürmetinden ve edebinden dolayı, o büyük İmam bir defa olsun ayaklarını uzatıp yatmamıştı.
İmam-ı Şafii Hazretleri ise, Medine ve çevresinde bulunduğu sürece, edebinden dolayı atına hiç binmeyecekti.
İmam-ı Malik Hazretleri’nin de Hz. Peygamber’e hürmeti ziyade idi. Zira O, Medine’de iken Mescid’in harem sınırlarında hiç def-i hacet yapmamış ve Mescid-i Nebevi’de hep kısık sesle konuşmuştu. Halife Ebu Cafer Mansur’un sesini yükselterek konuştuğunu görünce, hemen yanına vardı ve şu ayeti okuyarak O’nu hürmet ve edep içinde olmaya davet etti: “Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinizle konuştuğunuz gibi Peygamberle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.”(Hucurat,2)
Ahmet Rüfahi Hazretleri de bütün edebine bürünerek Medine’ye girerken: “Kirli ayakkabılarımla Rasülüllah’ın huzuruna girmek istemiyorum” diyordu. Tevbe etti, temizlendi ve ziyaretine, bir ikindi sonrası huzura çıkıp selam vererek başlamıştı. Karşılığında Rasülüllah’ın, “Vealeykümselam” cevabını almış ve gözyaşı dökerek Rabbisine şükretmişti.
Ve yakınlarda cereyan eden bir hadise nakledeyim. Bir delikanlı Rasülüllah’ın aşkı ve hasretiyle yanmakta ve babasına sürekli umre yapma arzusunu dile getirmektedir. Babası ise oğlunun bu arzusunu yerine getirememenin istırabını çekmektedir. Nihayet Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla önlerine imkânlar açılır ve baba bir gün oğluna: “ Hazırlan önümüzdeki ay inşallah umreye gidiyoruz” der. Çocuk daha bu haberi alır almaz, babacığının boynuna sarılır ve teşekkür ederek lavobaya koşar. Abdestini aldıktan sonra da, odasına çekilir ve uzun süre çıkmaz. Baba merakla odasına girince, oğlunu alnını secde-i Rahman’a koymuş hamd ü sena ederken ve şükür gözyaşları dökerken bulur.
Delikanlı bir ay boyunca taat ve ibadetini daha da ziyadeleştirir. Sürekli Kur’an meâli ve hadis kitapları okur. Rasülüllah’ın hayatının anlatan kitapları elinden düşürmez. Madde ve mana planında kendisini Mukaddes Topraklar için hazırlar.
Evet! Beklenen gün gelmiş ve uçak umre yolcularını Medine-i Münevere’ye doğru götürmektedir. Ancak delikanlının içi içine sığmamakta sevinci ve heyecanı ile gözyaşları içinde mahcubiyeti birlikte yaşamaktadır. Allah’a kullukta ve Rasülüllah’ın sünnetini yaşama noktasında bir zaafım ve hatam olduysa, ben hangi yüzle huzura çıkabilirim’in muhasebesini yapmaktadır.
Salat ve selamla birlikte bu duygular içerisinde Medine’de kalacakları otele yerleşmişlerdir. Fakat delikanlı babasına, bir an önce Ravza’ya gitme arzusunu tekrarlamaktadır. Abdestlerini alırlar ve otelden çıkacakları sırada, delikanlı heyecan içerisinde önce kemerindeki telefonu çıkarıp atar. Cebindeki bozuk paraları boşaltır. Cüzdanını fırlatır. Umre çantası, saç tarağı, mendili vs. üzerinde ne varsa hepsinden sıyrılır. Babası oğlundaki bu hali görüp: “Oğlum sen ne yapıyorsun?” diye sorunca, delikanlı der ki:
“Baba bugüne kadar hasretiyle yandığım, hicranıyla kıvrandığım Peygamberim’e kavuşma vakti geldi. Onunla beraber olup, hasret gidereceğim. İstedim ki, beni ondan uzaklaştıracak ve beni meşgul edecek üzerimde ne varsa, onların hepsinden sıyrılayım ve dolu kalbimle ve boş kalıbımla çıkayım O Güzeller Güzeli’nin huzuruna.
Baba oğul selam kapısından içeri girmişlerdir artık. Essalâtü veselâmü aleyke ya Rasülallah diyerek salat ve selamlarla, tekbir ve tehlillerle büyük huzura doğru ilerlemektedirler. Delikanlı ise, sarsılmakta ve tir tir titremektedir. Bet benizi uçmuş, sararıp solmuştur.
Tam Allah Rasülü’nun kabr-i saadetleri karşısına geldikleri anda delikanlı’nın kısık sesi duyulur. Esselâmü aleyke ya Rasülalah der ve yere yığılıverir. Baygın vaziyette mescidin bir köşesine götürülür. Kendisine gelince de babası sorar: “Yavrum ne oldu sana” Delikanlı hıçkırıklar içerisinde babasının boynuna sarılır: “Ben de bilmiyorum babacığım. Ama ben Rasülüllah’a selam verince, birden bire bir nur geldi ve baştan ayağa kuşattı beni. Rasülüllah’ın beni sımsıkı sardığını hissettim. Gerisini hatırlamıyorum.”
Ne mutlu bu delikanlıya ki, arzusuna kavuşmuş ve mükâfatını almıştır. İşte Medine’ye varacaksan böyle varacaksın benim güzel kardeşim. Rasülüllah’ın huzuruna çıkacaksan böyle çıkacaksın ki, mükâfatını tez alasın. Rabbim hepimize nasip etsin inşallah!…
ŞAİR NÂBÎ’NİN PEYGAMBER’E HÜRMETİ
Daha önce, Osmanlı’da gerek Müslüman halk ve gerekse devlet adamları, Rasülüllah’a derinden bir sevgi besleyip, muhabbet duyduklarını belirtmiştik. XVII. Yüzyılda yaşayan Osmanlı Edebiyatının önde gelen simalarından Nâbi’nin, kutsal topraklara ve Allah Rasülü’ne duyduğu hürmeti yansıtan bir örnek verelim.
Osmanlılar zamanında Hac kafileleri, Medine’nin yaklaşık 1 km. uzağında bineklerinden inerlerdi. Kemal-i edep içerisinde Mescid-i Nebevi’ye doğru tekbir, tehlil ve salevatlarla yürürlerdi. Hatta bazıları edebinden nalinlerini(ayakkabılarını) da çıkararak yalın ayak huzura çıkarlardı.
1678 yılındaki Hicaz yolculuğu esnasında, Urfalı Şair Nâbi’nin de içinde bulunduğu kafile, Medine’ye doğru yaklaşmaktadır. Ömrü boyunca hicranıyla yandığı Peygamberine kavuşmak üzere olmasından dolayı, tam bir Peygamber sevdalısı olan Nâbi’nin heyecanı artmıştır. Gözleri dolmuş ve kalbi tir tir titremektedir. Tüyleri diken dikendir. Gönlünde fırtınalar esmekte ve renkten renge girmektedir.
Bu sebeple günlerdir gözüne uyku girmez. Rasülüllah’a yaklaşmanın verdiği mutluluk ve heyecan yüzünden okunur. Ancak kafilenin başında bulunan Paşa, gayet sakin ve rahattır. Hatta hiç umurunda olmayarak, Mescid-i Nebevi’ye doğru ayaklarını uzatıp yatmakta ve uyumaktadır. Bu edep ve ahlak dışı durum karşısında Nâbi çok üzülür. Fakat Paşa’yı ikaz edecek durumda da değildir. Hemen eline hokkasını ve dividini alarak bu saygısızlık karşısında, canından çok sevdiği Peygamberine şu beyitle başlayan bir na’t-ı şerif yazar:
Sakın terk–i edepten, kuy–i mahbub–ı Hudâ’dır bu Nazargâh–ı ilâhidir, Makâm–ı Mustafa’dır bu.
(Edebi terketmekten sakın. Zira burası Allah–ü Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimiz’in (sav) bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak Teâlâ’nın nazar evi, Resul–i Ekrem’in makamıdır.)
Nihayet kâfile, Medine’ye çok yaklaşmıştır. Paşa uyandırılır. İnsanlar bineklerinden inerler. Abdestler tazelenir, şükür secdeleri yapılır ve ayakkabılar da ellere alınarak, derin bir huşu içierisinde ve büyük bir kemâl-i hürmetle tekbirler, tehliller okunarak, salavatlar getirilerek şehre girerler ve Mescid-i Nebevi’ye doğru ilerlerler. Tam bu esnada sabah ezanları okunmaya başlanmıştır. Ezanlar bittiğinde, kâfile de Mescid-i Nebevi’ye girmiştir. Tam bu sırada ezanın ardından müezzinlerin minarelerden, Nabi’nin biraz önce kaleme aldığı na’tını okudukları duyulur. Nâbi, oldukça şaşırmış ve hayretler içinde kalmıştır. İçini baştan sona bir haşyet kaplamış ve merakla müezzinlerin minarelerden inmelerini beklemiş ve onlara sormuştur:
“Siz ezandan sonra okuduğunuz bu sözleri nereden biliyorsunuz? Ben o sözleri henüz kaleme aldım.” Müezzinler de bu sual üzerine : “Senin adın Nâbi midir?” diye sorarlar. “Evet” cevabını alınca da, onun boynuna sarılarak, elini ayağını öperler ve derler ki:
“Müjdeler olsun sana ki, biz bu gece rüyamızda hep birlikte Hz. Peygamberimiz’i gördük. Bize buyurdu ki: ‘ Ümmetimden beni seven Nâbi adında bir Zât beni ziyarete geliyor. Sabah ezanından sonra kendi naa’tındaki şu sözlerle O’nu selamlayın ve Medine’ye gelişini kutlayın’ buyurdu. Biz de Peygamberimiz’in bu emrini yerine getirdik.”
Müezzinlerin kendisini kutlamaları ve Allah Rasülü’nün bu kutlu iltifatı karşısında, sevincinden müezzinlerin boynuna sarılan Nabi’nin gözlerinden billur taneleri yanaklarına doğru süzülmeye başlar. Artık Nabi, hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Bir yandan da:
“Anam babam feda olsun O Allah Rasülüne ki (sav), demek bana “ ümmetim” dedi. O Fahri Kâinat olan Peygamber, demek beni ümmetliğine kabul buyurdu. Bu ne güzel bir müjde. Bu ne güzel bir haber” diyor ve alnını secde-i Rahman’a koyup şükrediyordu. Kumları öpüyor, Peygamber ikliminin havasını kokluyor ve şöyle mırıldanıyordu: “Hakikat cennetinin en korunmuş köşesi, peygamberlik ilinin başşehri Medine’dir. Cennet; eğer yüzükse, kaşı da mutlaka Medine’dir.”
İşte Peygamberine samimi bir aşkla, derin bir hürmet ve muhabbetle bağlılığın mükâfatını bu şekilde alan Nâbi, artık kemâl-i hürmet içinde Rasülüllah’ın huzuruna çıkıp hasret giderecektir.
İşte olay budur. Bizim bu yazı dizisini hazırlayış amacımız da budur. Kâbe’ye ve Ravza’ya gidecek Hacı adaylarımız ve umreci kardeşlerimiz, bu halet-i ruhiye içinde varsınlar o yüce makamlara. Bilinçli ve şuurlu ziyaret etsinler o mukaddes mekanları ki, emekleri zayi olmasın…
Kaynak: Haber Merkezi