İMTİHAN YERİ UHUT

 

Evet! Şimdi İslam tarihinde önemli bir mekân olan ve imtihan yeri Uhud’dayız. Allah Rasülü Uhut için : “Uhut, bir dağdır ki, o bizi sever, biz de O’nu” buyurmuşlar. İslam tarihinde çok çok önemli bir yeri olan, Uhut’u gezerken tarihi olayları zihni planda yaşamak gerek. Değilse Kapadokya’yı gezmekten ne farkı olur ki…  Uhut’da sahabenin Rasülüllah’a bağlılığını, hürmetini ve sevgisini adeta görür gibi olmalıyız. Kılıç şıkırtıları ve tarrakaları duyar gibi olmalıyız. Okçular Tepesi’ndeki okçuların bir kelepir uğruna, Allah Rasülü’nün sözünden çıkarak, hezimete yol açmalarının bugüne yansıyan mesajını okuyabilmeliyiz. 
 
 
Haa demek ki, Hz. Peygamber’i, dünya ve ahiret saadeti için, dinlemek ve sünnetini yaşamak lazımmış. O’nun bildiğini biz bilebilir miyiz? O’nun gördüğünü biz görebilir miyiz? O Peygamber ki, vahiyle hareket eder. Biz Müslümanlara da ancak O’na harfiyyen uymak ve sünnetini yaşamak düşer. Aksi halde sonuç hüsran olmaktadır deyip, bir ibret alınmalı ve ders çıkarılmalıdır. 
 Bilindiği gibi  Mekkeli müşrikler, 625 yılında, bir yıl önce Bedir’de yenildikleri müslümanlardan öc almak için saldırmışlardı. 3 bin kişilik Mekke Müşrik ordusuna karşı 700 kişilik İslam ordusu savaşıyordu. Şayet Ayneyn geçidini tutan okçuların büyük kısmı, savaşın başında Müslümanların galip pozisyona geçtikleri bir sırada, Hz. Peygamber’in: “Her hâlükarda buradan ayrılmayın” tenbihini dinleyip de, bir kelepir uğruna yerlerini terk etmeselerdi, Uhud hezimeti yaşanmayacağı muhakkaktı. Böylece 70 Müslüman şehidi de verilmeyecekti. Gerçi bu hezimette de büyük hikmetler gizli bulunuyor. 
 Uhud dağını, Ayneyn geçidini, okçular tepesini ve savaşın cereyan ettiği vâdiyi geziyoruz. Mahşeri bir kalabalık var. Yeryüzünün her tarafından gelen kafileler de, bölgeyi meraklı gözlerle ziyaret ediyorlar. Başta Hz. Hamza olmak üzere Uhud şehitlerinin yattığı bölge tel örgülerle çevrili. Ancak dışarıdan görebiliyoruz. Burası da diğer mezarlıklar gibi dümdüz bir alan. Şehitlerin ruhları için dualar gönderiyoruz.      
 Uhudda cereyan eden hadiseleri ve Uhud Savaşını düşünüyorum. Sahabenin Allah Rasülüne karşı sergiledikleri sadakat, sevgi ve muhabbet, perde perde kareler halinde geliyor gözümün önüne. Bir Peygamber ashabı tarafından ancak bu kadar sevilebilir diyorum. 
Savaşın en dehşetli hengâmesinde, Ebu Dücane ve Talha B. Ubeydullah hazretlerinin Peygamberimiz’i korumak için vücudlarını kalkan yaptıklarını görüyoruz sanki.
Hz. Talha’nın kolunun uçurulduğuna ve vücuduna seksen süngü yarası alarak tanınmayacak hale gelişi gözlerimiz önünde canlanıyor. 
Delik deşik olmuş İbn-i Nadir hazretleri ile Vahşi tarafından vahşice kulakları kesilip vücudu doğranan ve ciğerleri çıkarılan Allah’ın aslanı Hz. Hamza’nın o haline yüreğimiz parçalanarak şahit oluyoruz adeta. “Allah Rasülüne selâm söyleyin cennetin kokusunu alıyorum” diyerek ruhunu teslim eden şehitlerin seslerini duyar gibiyiz sanki.
 Bir de Rasülüllah’ın hadisi var ki, sanki Uhud savaşında Hz. Sümeyra’yı tasvir eder gibi. “Allah’ın Peygamberi kişiye çocuğundan, ana babasından ve bütün insanlardan daha çok sevimli olmadıkça tam manasıyla iman etmiş olmaz.” 
Hatırlayalım o manzarayı ki, Uhud savaşı bütün dehşetiyle cereyan ediyor. Harbin başında elde edilen zafer, okçuların hatasıyla tersine dönüvermiş ve İslam ordusu çepeçevre kuşatılmıştı. “Hz. Peygamber’in dişleri kırılmış ve başı yarılmıştı. O, hem yüzündeki kanları siliyor, hem de ‘ kendilerini Allah’a davet eden Peygamberlerini yaralayan ve onun dişlerini kıran kavim nasıl iflah olur?’ buyuruyordu.”   Medine’ye dalga dalga bir kara haber yayılmıştı. Uhud savaşında Allah Rasülü’nün şehit olduğu şayiası Hz. Sümeyra anamıza kadar ulaştı. Beyninde vurulmuşa dönen bu mümtaz İslam kadını, çölde yalın ayak 5-6 mil mesafeyi soluk soluğa katetmiş ve savaşın olduğu yere varmıştı. Ortam müşriklerin ölüleri, Müslümanların şehitleri ile doluydu. Etraf kan deryasına dönmüştü ve O kadın, cesetler arasında canından çok sevdiği ve “Anam babam sena feda olsun Ya Rasülallah” diye diye Kâinatın Efendisini arıyordu. Sümeyra’yı o halde görenler dediler ki: 
“Sümeyra! Kocan Abdullah şehit düştü, işte şuracıkta yatıyor.” 
Sümeyra o tarafa bakmıyor iki gözü iki çeşme “Eyne Rasülüllah” (Allah’ın Rasülü nerede?” diyordu. Savaş alanında biraz daha ilerleyince bu defa iki ciğer pare yavrusunun şehit düştüklerini hatırlatıp, kanlar içinde yattıkları yeri işaret ettiler. Fakat Hz. Sümeyra o tarafa da dönüp bakmıyor ve: “Eyne Rasülüllah” (Allah Rasülü nerede?” diye soruyordu. 
İlerlemeye devam ederken bu kez, babasının şehit düştüğü yeri işaret etmişlerdi. Hz. Sümeyra gözyaşı ve feryat ile yine aynı soruyu tekrarlamaktaydı: “Eyne Rasülüllah (Allah’ın Rasülü nerede?) Evet! Budanan bir ağaç gibi budanan, kolu kanadı kopan, babasını, kocasını ve ciğerpâre yavrularını kaybeden Hz. Sümeyra: “Bana Allah Rasülü lazım. O olmadıktan sonra ben n’ideyim evlâdu iyâli. Neyleyeyim kocayı, babayı” diyordu. Ve işte tam o esnada uzakta dimdik ayakta duran Allah Rasülünü görüvermişti. Gözlerine inanamayan Hz. Sümeyra önce hayal mi görüyorum acaba diye düşündü. Şoku atlattıktan sonra sildi gözyaşlarını ve Peygamberin hayatta olduğuna kâni olunca da, iki büklüm kıvrıldı ve secde-i Rahman’a kapandı. Çoluk çocuğundan ve hatta canından daha çok sevdiği Peygamberinin hayatta olduğu için gözyaşları içinde şükrediyordu Rabbisine. Daha sonra kaldırdı başını secdeden ve sürüne sürüne vardı ol Rasül’ün yanına. Mübarek cübbesinin ucundan tuttu, öptü başına koydu ve tarihe dur diyecek şu sözü söyledi: 
“Külli musîbetin ba’de zâlika celeli Ya Rasülallah” (Sen hayatta olduktan sonra bütün musibet ve belalar bize hafif gelir Ya Rasülallah!)” 
Aynı Uhud savaşında, bir başka kahraman İslam kadınını da, hadisenin cereyan ettiği bu noktada hatırlamamak mümkün mü? Hz. Nesibe Hatun’dan söz ediyorum. 
Savaşta su dağıtmakla görevli olduğu halde, Hz. Peygamber’in zor durumda kaldığını görünce, kırbasını atıp eline kılıcı alan ve savaşa bizzat Allah Rasülü’nün etrafında iştirak eden Nesibe Hatun, bir ara müşriklerin çetin saldırılarının canından çok sevdiği Peygamber’e kadar uzandığını gördü. O Kâinat’ın Efendisine kılıç çekildiğine şahit oldu. Müşrikler, güruh güruh Hz. Peygamber’in olduğu noktaya saldırıyorlardı. Peygamberlerinin etrafına etten duvar ören sahabe her defasında bu Müşrik güruhlarını dağıtmaktaydı. Bu arada Allah Rasülü’nün sesi yankılandı:
 “Şu karşıdan gelen güruha karşı beni kim koruyacak?”
Nesibe Hatun: “Ben” dedi “Ya Rasülallah” Elindeki kılıcıyla atıldı Müşriklerin üzerine. Erkeklere karşı erkek gibi vuruşuyor ve kahramanca dövüşüyordu. Kâh müşriklerden kafa götürüyor, kâh kol buduyor, kâh bacak kesiyordu. 
Hz. Nesibe Hatun “Zeyd B. Asım’ın zevcesi idi. Kocası ve iki oğlu ile beraber Uhud muharebesinde bulunup, dosta düşmana kahramanlığını beğendirdi ve nice bahadır erkekleri utandırdı. Kendisi birkaç yerinden yaralanıp kanlar aktığı halde, korkusuzca kocasını ve oğullarını da muharebeye teşvik ediyordu.” Bu kahramanlığa şahit olan Allah Rasülü ellerine Allah’a açarak: ‘Ya Rab! Bunları Cennette bana komşu eyle’ diye dua ediyordu.”   Sadece bu kadınlar değildi elbette Uhud’da olan. Peygamberimizin eşleri Hz. Aişe validemiz ve Ümm-i Süleym de savaş meydanında su dağıtıyorlardı.
İşte hakiki imana sahip Müslüman kadınlar. İşte volkanlaşmış gerçek  iman. İşte katıksız Peygamber sevgisi ve muhabbeti. Ya biz? Evet! Ya biz? 
Bu güzel insanların uzandığı şâhikalara erebiliyor muyuz? 
Sevapların önüne yollar açıp, günahların önüne barajlar gerebiliyor muyuz? 
Hakkın huzuruna her gün beş kez çıkmak için, dünyalıklarımızı geride bırakıp, camilere girebiliyor muyuz? En sevdiklerimiz şeylerden ayırıp zekât ve sadakamızı muhtaçlara verebiliyor muyuz? Kalbimizi desen desen Allah ve Rasülüllah sevgi ve muhabbetiyle örebiliyor muyuz?
Hayra koşup, şerrin defterini dürebiliyor muyuz?
Gönül tarlamızı her lahza Allah Allah Allah diye sürebiliyor muyuz?
Kibir kanatlarımızı kesip, tevazu ve şefkat kanatlarımızı canlılar üzerine serebiliyor muyuz? Hakkı ve adaleti alkışlayıp, zulmü ve zalimi yerebiliyor muyuz?
Evet! Biz bugün dikenler içinden güller derebiliyor muyuz?
İşte   Uhuttayız ve Uhud’u okuyoruz. Okçular tepesinden tarihin derinliklerine yelken açarak, sanki bütün orada yaşananları görür gibiyim. Savaş meydanında bir yiğit sahabenin, yakışıklı bir gencin İslam sancağını yere düşürmeme mücadelesine tanık olur gibiyim. 
Evet! Şimdi de Hz. Peygamber’in sancaktarı Mus’ab Bin Umeyr’den bahsedelim. Rasülüllah onu: “Mekke'de Mus'ab b. Umeyr'den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen baska bir genç görmedim”diye tasvir etmişti. Ailesi zengindi. Nimetleri engindi. Ama o hepsini terk edip Rasülüllah’ın eteğine yapışmış ve içinden gele gele “Lâilâheillallah Muhammedürrasülüllah” diyerek Müslüman olmuştu. Daha sonra da Medineli ilk Müslümanlara, Peygamber tarafından öğretmen olarak görevlendirilmişti. Hicretten sonra muhacir ve Ensar arasında kardeşlik tesis edilirken, Hz. Musab’a da şimdi İstanbul’da medfun bulunan Ebu Eyyup El-Ensâri düşmüştü. Bedirde olduğu gibi, Uhud’da da sancağı yine o taşıyordu. Zaten O, “Peygamber’in bayraktarı” olarak bilinirdi. 
  Savaşın en şiddetli anında Hz. Musab’ın sancağı tutan sağ kolu kopunca, o da sancağı diğer koluyla taşımıştı. O kolu da kopunca bir taraftan başı ve vücuduyla sancağı yere düşürmemeye çalışırken, bir taraftan da Âli İmran suresinin "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir” anlamındaki ayetini okuyordu. Nihayet kılıç darbeleri altında “Allah Rasülünü gereği gibi koruyamadım” diye utancından başını eğerek, üzüntüsünden hüngür hüngür ağlayarak şehadet şerbetini içmişti.
 Hemen onun yerini bir melek almış ve İslam ordusuna sancaktarlık yapmıştı akşama dek. Akşam üzeri Allah Rasülü: 
“Musab!” Diye seslenince, Melek: 
“Ben Musab değilim Ya Rasülallah” demişti de, işte o zaman anlamışlardı Musab Bin Umeyr’in şehit düştüğünü. 
Henüz kırk yaşına ancak girmişti. Savaş bittikten sonra Hz. Musab’ın naaşı başına gelen Allah Rasülü, Uhud şehitleri hakkında nazil olan Ahzap süresinin şu ayetini okumuştu: 
“Mü'minlerden öyle er kişiler vardir ki, Allah'a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehit oldu. Kimi de (şehid olmayi) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.”  İslamı kabul etneden önce gençliğinde zengin olan ve en güzel elbiseleri giyen Musab’ın şimdi üzerine örtülecek bir kefeni dahi yoktu. Üzerinde eski püskü kısacık bir hırkacığı vardı. Onu kefen yapmak için ayaklarına doğru çekiyorlar, başı açılıyordu. Başına çektiklerinde ise ayakları açıkta kalıyordu. Rasülüllah’ın tavsiyesi üzerine, hırkasını başına çektiler, ayaklarını da otlarla kapatıp o vaziyette defnettiler. 
Uhud’a gidince bu hadiseleri derinden hissetmek ve yaşamak gerek.
Ellerde kamera ve fotoğraf makinası ile, bu ziyareti hatıralara kaydetme derdine ve telaşına düşer de, asıl ziyaret adabından nasibimizi alamazsak çok yazık olur. Elbette fotoğraf da çekilebilir. Lakin ölçüyü kaçırmadan bu kutsal mekânlarda zarftan ziyade mazrufa yönelmeli, cesetten çok ruha inilmelidir. Aynı minval üzere Kuba Mescidi’ni, Mescid-i Kıbleteyn (İki kıbleli Mescid’i, Hendek Savaşının geçtiği yeri ve yedi mescitleri, Rasülüllah’ın Fetih Mescidi’ni de ziyaret ediyor ve Medine-i Münevvere’ye dönüyoruz. 
Dönerken yeşillik bir yerden geçeceğiz ki, oraya “Bir’i Osman” (Osman’ın Kuyusu) deniyor. Bugün Medine Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin bulunduğu yer. Peygamberimiz devrinde çok büyük bir kuraklık meydana geldi. Allah Rasülü bunun üzerine buyurdu ki: “Her kim bir su kuyusu satın alır da Müslümanların hizmetine verirse Cennet ona vacip olur.” Bu müjdeyi duyan zengin Müslümanlardan Hz. Osman buraya gider ve kuyunun sahibi gayr-i müslim’den kuyuyu satın almak ister. Lakin çok gelir getiren bu kuyuyu gayri müslim satmak istemez. Hz. Osman’ın çok cazip bir teklif yapması lazım ki, onu razı etsin. Nitekim Hz. Osman da o teklifi yapar ve der ki: “Ben senin kuyuna kırk kuyu parası vereyim. Sen de bu kuyunun  % 50’sini bana sat. Bir gün su kuyusunu sen kullan. Bir gün de ben kullanayım.” 
 Gayri Müslim bu cazip teklife razı olur ve kuyunun yarısını satar. Kullanma sırası Hz. Osman’a gelince Müslümanlara şu duyuruyu yapar: “Bu gün kuyudan herkes istediği kadar ücretsiz su alabilir.” Dolayısıyla bütün Müslümanlar ihtiyaçlarını temin edince, ertesi günü Gayri Müslim’e su almak için giden olmaz. O da kuyunun tamamını Hz. Osman’a devreder. İşte bu yüzden bu kuyuya “Osman’ın Kuyusu” denmektedir.
  Rasülüllah’ın bu yöndeki müjdesine Hz. Ali de nail olmayı arzu eder. Ancak fakirdir. Hz. Ali de kuyu açma malzemelerini yanına alır ve Mekke yolu üzerindeki mikat yeri olan Zülhuleyfe’ye gider. Orada gücüyle birkaç tane su kuyusu açar ve gelir Rasülüllah’a der ki: “Ya Rasülallah! Ben de Zülhuleyfe’de su kuyuları açtım. Müslümanlar istifade etsin diye vakfettim.” 
Bu noktada biz, bir şey öğreniyoruz. Kimin gücü neye yetiyorsa, Din-i Mübin-i İslam’a o şekilde hizmet etmeli. Çünkü dünkü Müslümanlar böyle yapmışlardı. Kimi kalemiyle, kimi hitabetiyle, kimi ilmiyle, kimi sesiyle, kimi parasıyla, kimi diplomasiyle, kimi de gücüyle bu dine hizmet etmelidir. Velhasıl, herkes kendi dininin görevlisi olmalıdır.
Yarınki sohbetimizde  Cennetü’l- Baki’yi ziyaret edeceğiz inşallah. Kalın sağlıcakla…
 


E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir