“GÜNDE SADECE BİR DAKİKA OKUYORUZ”

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi Salonu'nda düzenlenen konferansta, Uludağ Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. İbrahim Öztahtalı, Türkçe'nin toplum arasında yanlış kullanılması ve bunun okuma üzerindeki etkilerini anlatan bir konferans düzenledi.

İnsanların Türkçe'ye karşı yaklaşımlarının son dönemlerde ciddi bir şekilde bozulmaya başladığını vurgulayan Öztahtalı, iletişim kanallarının gelişmesinin ve dünyanın her yerine insanların rahatlıkla ulaşabilmesinin bu konuda büyük bir etken olduğunu ifade etti.

“Bu problemin köküne baktığımız zaman aslında konu Türkçe değil, biziz. Çünkü Türkçe’nin öyle bir problemi yok. Çünkü Türkçe dil bilimcilerin ifadesiyle gelecek yüzyıllarda dünyada konuşulacak 6 doğal dilden bir tanesi” diyen Öztahtalı şunları aktardı:

 

“Amasya’da doğdum büyüdüm ama 25 yıldır Bursa’da yaşıyorum ve hep şuna inandım. İnsanların yaşadıkları şehirlere karşı, yaşadıkları ülkelerine karşı sorumlukları var. Çünkü yaşadığımız şehre her zaman mutlaka bir borcumuz var ve bu borcu mutlaka bir ayakkabıcıysam o alanda ödemeye hazırım, eğer bir terziysem o alanda ödemeye hazırım, eğer bir akademisyensem o alanda ödemeye hazırım, eğer bir simitçiysem o alanda ödemeye hazırım ama yeter ki yaşadığımız kente karşı bu sosyal sorumluluğumuzu mutlaka yerine getirecek bir yol bulmaya çalışalım.

 

“Türkçe dünyada konuşulacak 6 doğal dilden bir tanesi”

Aslında bugünün konusu “Okuma ve Konuşma” fakat iki temel davranış içinde önce bilmemiz gereken çok daha başka bir kavram var. Ana dilimiz Türkçe. Çünkü insanların Türkçe’ye karşı yaklaşımları son dönemlerde çok ciddi bir şekilde bozulmaya başladı. Özellikle iletişim kanallarının yoğunlaşması, internet ve google denilen bir iletişim sisteminin ortaya çıkması, dünyanın her yerine ulaşabildiğimiz gibi dünyanın her yerinin de bize çok rahat ulaşabilmesi Türkiye’de çok ciddi bir problem olmaya başladı. Ama bu problemin köküne baktığımız zaman aslında konu Türkçe değil, biziz. Çünkü Türkçe’nin öyle bir problemi yok. Çünkü Türkçe dil bilimcilerin ifadesiyle gelecek yüzyıllarda dünyada konuşulacak 6 doğal dilden bir tanesi. Gelecek yüzyıllarda sadece 6 dilden bir tanesi olan Türkçe yeryüzünde konuşulacak. Peki neden acaba böyle bir kanaatleri var dil bilimcilerinin?

 

“Türkçe yapısal olarak çok farklı bir dil”

Çünkü Türkçe’nin yapısına, Türkçe’nin kendisinin ifade ediş biçimine Türkçeyle istediğiniz düşüncelerinizi ifade ediş biçimine baktığınız zaman ne kadar işlek bir yapıya sahip olduğunu görüyorsunuz. Peki acaba herkes öyle mi düşünüyor? Hayır öyle düşünmüyorlar. Neden? Çünkü Türkçe son zamanlarda o kadar yıpratıldı ki, o kadar yara aldı ki artık özellikle genç nesil Türkçe’nin ifade gücünü, onların düşünce ve duygularını anlatmak için yeterli olmadığı kanısına kapılmalarına neden oldu. Bazen sohbet ederken soruyorum. Türkçe ile ilgili konuşurken “Ya hocam Türkçe deme bana” “Neden” diyorum. “Lastik gibi bir dil nereye çekersek oraya gidiyor. Ben bir ifade kullanıyorum, bakıyorum en arkadaki arkadaşım bıyığının altından kıs kıs gülüyor.” Niye gülüyor? Çünkü farklı bir anlama daha geliyor o kelime. İşte en çok gözden kaçırdığımız konulardan bir tanesi Türkçeyle ilgili bu. Türkçe yapısal olarak çok farklı bir dil.

 

“Shakespeare bütün eserlerinde toplam 45 bin farklı kelime kullanıyor”

1997’de Oyak Renault’ta çalışan bir arkadaşım vardı. Ersin Eraydın. Ersin bir uçak mühendisi fakat Renault’ta ses mühendisi olarak çalışıyor ve o dönemde de Fransa’daki fabrikaya görevlendirildi, Paris’e gitti. Birkaç ay sonra bir makale gönderdi bana. Bu çok ilginç bir makaleydi. Makale Türkçeyle İngilizce arasında bir mukayese ediyor. Aslında hiçbir dinci iki dili kendileri üzerinden hiçbir şekilde karşılaştırmaz, mukayese edilmez. Çünkü her dil kendi kültürünün ihtiyaçlarını karşılayabilecek etkinliğe ve yetkinliğe sahiptir. Fakat burada aslında bu makaleyi yazanın bize göstermek istediği çok ciddi bir gerçek vardı. Aslında İngilizce ve Türkçenin birbirinden ne kadar çok farklı olduğunu göstermeye çalışıyordu. Tabi İngilizlerin en önemli edebiyatçısı, en iyi yazarı olarak bilinen Shakespeare var. Shakespeare’in bütün eserlerinde kullandığı toplam sözcük sayısının ne kadar olduğunu biliyor musunuz? O makalede yazan araştırıyor ve diyor ki Shakespeare bütün eserlerinde toplam 45 bin farklı kelime kullanıyor. Çok büyük bir rakam.

 

“Orhan Kemal’in eserlerindeki toplam kelime sayısı 3 bin 500”

Aynı araştırmacılar Türkiye için de böyle bir çalışma yaparak Orhan Kemal’in eserlerindeki toplam kelime sayısının kaç olduğunu bulmaya çalışmışlar. Rakamı söylüyorum. 3 bin 500. Şimdi bu iki rakam karşısında 45 bin ile 3 bin 500’ü yan yana koyduğumuzda hemen aklımızdan geçen şey şu: “Vay be bu İngilizce nasıl bir dil?” Türkçe ne kadar küçük kaldı onun içinde. Ama bu akla gelen şey doğru bir şey değil. Çünkü İngilizce ile Türkçe birbirinden çok farklı iki dil. Biri statik bir dil diğeri dinamik bir dil. İngilizce de ispat olunan bir kelimeyi zarf olarak kullanamazsınız, ismi de sıfat olarak kullanamazsınız. Filli koyacağınız yer bellidir, yardımcı fiili koyacağınız yer bellidir, öbür tarafta imleci koyulan yer bellidir. Bunların dışına çıkabilir misiniz? Ben ortaokulda soruyordum öğretmenime “Hocam niye böyle yapıyoruz?” Söylediği şey şu: “Bu böyle kalıp öğreneceksin bunu”. Çünkü İngilizce aslında bir kalıplar dilidir. Niye çünkü statiktir. O yüzden İngilizce de birbirine çok yakın iki durum bile farklı ifadelerle adlandırılırlar. O yüzden İngilizlerin dillerinde bu kadar çok kelime var. Halbuki Türkçe öyle değil.

 

“Biz bir sözcüğü onlarca farklı anlama gelecek şekilde kullanabiliyoruz”

Türkçe de çok anlamlılık denilen çok özen bir yapı var. Biz bir sözcüğü çok farklı yerlerde, çok farklı anlamlara gelecek şekilde, belki onlarca farklı anlama gelecek şekilde kullanabiliyoruz. Örneğin çekmek sözcüğünün kaç anlamı var sizce? 46 tane farklı anlamı var ve Türkçe deki birçok sözcüğün buna benzer, bu kadar anlama sahip. Bunların anlamları nerede ortaya çıkıyor? Elbette ki kullanıldığı yerlerde. Öyleyse biz de bir sözcüğün anlamıyla ilgili yorum yapabilmemiz için ondan önce geçtiği yerde görmek zorundasınız. Ancak o zaman karar verebiliriz. İlk aklımıza gelen elbette temel anlamı. “Çekmek” kelimesi bir şeyi kendi doğrultunuzda çekmek, hareket ettirmek anlamına geliyor. Ama geriye kalan 45 anlamını ancak onların içinde geçtiği yerde anlamlandırabiliyoruz. Öyleyse Türkçedeki bu sözcüklerin çok anlamlılığının, ifade gücünün zayıflatmadığını, tam tersine çok ama çok genişlettiğini söyleyebiliriz.

 

“Türkçe ile ilgili söylenenler Türkçe’nin değil, onu kullanamayan bizlerin ürünüdür”

Bizim için Türkçe ifade gücü açısından aslında onu ne kadar kullandığımızla ilgili bir sonuç veriyor bize. Yani bugün Türkçe ile ilgili söylenenler Türkçe’nin değil onu kullanamayan bizlerin ürünüdür. Geçtiğimiz yıllarda bir kitap üzerine çalıştık. 1997’ydi galiba tarih. Dünyada tek nüsha bir Kur’an tercümesi. Yazılış tarihi uzmanların ifadesine göre Miladi 1040. Yani yaklaşık bundan bin yıl önce yazılmış. Bu yapılan çalışmada ortaya çıkan istatistik o kadar ilginç ki bu satır arasında kullanılan Türkçe sözcük oranı ki bu Türkçe sözcük oranı %98.5. İnanılmaz bir oran. Geriye kalan 1,5 ise sadece özel isimler ve yer isimleri. Yani düşündüğünüz zaman bundan yaklaşık bin yıl önce Kur’an-ı Kerim gibi bir kitabı Allah kelamını Türkçe’ye yüzde yüz başarıyla aktarabilen bir dil varmış. Peki bugün neredeyiz? Basit bir örnek vereyim: Besmeleyi yani Bismilllahirrahmanirrahim’i meallerde nasıl görüyoruz? Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Peki kaç tane Türkçe kelime var burada? Olan adıyla. Geriye kalanların hepsi Arapça. Peki 1040 yılında bu mütercim besmeleyi nasıl çevirmiş biliyor musunuz? Bagırsak olan ten kümün adıyla.  Hepsi Türkçe. Bu Türkçe kelimelerin içerisinde belki en dikkatimizi çeken fakat bagırsak kelimesi oldu. Bagırsak kelimesinin o gün lügatteki anlamı ana rahmidir.  Bir anlamı daha var. Anne ile bebek arasındaki kordondur. Şimdi düşünün yaratıcının sıfatlarıyla annenin bebeğine karşı tutum, davranış ve hislerinin ne kadar örtüştüğünü. Besler anne karnındaki çocuğunu besler, rızık vericidir onun için. Peki korur mu? Elbette korur, her şeye karşı. Peki sınırsız bir bağışlayıcı gücü var mıdır annenin çocuğuna karşı? Kesinlikle var. O gün, bundan bin yıl önce bagırsak kelimesi yaratıcının sıfatlarıyla annenin çocuğuna karşı tutum ve davranışlarının tamamını ifade edebilecek bir kelimeyken bugün kullanımdan düşmüştür. Öyleyse Türkçe ile ilgili problem aslında Türkçe’nin problemi değildir, bizim problemimizdir. Peki bu problemin kaynağında ne var? Elbette hepimizin aklına gelen şu sözcük. Okumama. Çünkü biz okumayan bir toplumuz, okumaya karşı direnç gösteren bir toplumuz, çünkü biz okumaktan kaçan bir toplumuz.

 

“Sadece günde bir dakika okuyoruz”

TÜİK geçenlerde istatistik yayınladı. Dedi ki Türkiye’deki insanların birçoğu okumuyor. Öyle ki bu Almanya’da her bir Alman’ın da günde 24 dakika okuduğu bir ortamda Türkler sadece günde 1 dakika okuyor. Yani Almanlar bizden tam 23 dakika fazla okuyor. Fakat ben bu 24 dakika istatistiğini bundan 7 yıl önce öğrenmiştim. Bundan 7 yıl önce ise Türklerin bir günde okumaya ayırdığı zaman 12 saniyeydi. Bu çok gurur verici. Hangisi gurur verici. Bugün 1 dakika okuyor olmamız gurur verici. Çünkü 1 dakikaya yükselmek çok ciddi bir ilerleme. Bu geçtiğimiz 7 yıl içerisinde okumaya karşı ülkemizde bir eğilim oluşmuş. Ve bakıyorum Milli Eğitim Bakanlığı, Okullar okuma saatleri düzenliyorlar, insanların okumaları için onları teşvik ediyorlar, valilikten kampanyalar düzenliyor okumaları için. Ama maalesef biz sadece günde 1 dakika okuyabiliyoruz. Aslında şöyle baktığımız zaman siz Almanya’ya on tır domates gönderiyorsunuz. Onlar karşılığında küçük bir kutunun içinde çip gönderiyorlar. Diyorlar ki on tır domates gönderdiğiniz kutunun karşılığı bu küçük çip. Onların yurt dışına sattığı her kilogramda aldıkları para 4.8 dolar, bizim sattığımız her kilogram başına aldığımız 1.2 dolar. İşte bunun farkını çok açık ve net bir şekilde görüyoruz. Onlar 24 dakika okuyor biz 1 dakika okuyoruz. Öyleyse aslında temel problem okumama problemi.

 

“Sözcük sözcük okumak Türkçe’nin en büyük okuma yanlışıdır”

Aslında bu söylediklerinizin tamamının elbette bir parça etkisi var ama en büyük etken okumada başarısız olmamız. Çünkü bugün Türk toplumunun %99’u bugün Türkçe’yi doğru bir şekilde okumuyor, Türkçe’yi yanlış okuyoruz, Türkçe’nin nasıl okunduğunu bilmiyoruz. Sözcük sözcük okumak Türkçenin en büyük okuma yanlışıdır. Çünkü Türkçe’nin anlamsal işletim sistemi Türkçe’nin sözcük sözcük okunamayacağını gösteriyor bize. Çünkü Türkçe bir kompozisyonlar bütünüdür. Türkçe’de anlamsal birlik denilen bir birlik, bir öbek var. Türkçe anlamsal birliklerle okunan bir dildir. Türkçe’de sözcüklerin sadece temel anlamlarının düşünürken onun anlamsal genişlemesini ancak içince bulundukları ortamda gördüğümüz zaman anlayabiliyoruz. İşte o ortamın adı anlamsal birliktir. Göz ile ilgili ilk akla gelen şey görme organıdır. Girmek denince aklımıza gelen şey bir yerden bir yere doğru girmektir. Peki göze girmek ne demektir? Birinin, bir başkasının gözüne girmek değil. Bakın anlam nasıl değişti. Tamamen farklı bir şey çıktı ortaya. Öyleyse göze girmek, gözden düşmek, göz boyamak bunların birer anlamsal birlik olduğu algısını hissetmemiz gerekiyor anlamamız için. Öyleyse Türkçe’nin sözcük sözcük okunamayacak bir dil olduğunu ancak bunun anlamsal birliklerle algılanabilen bir dil olduğunu dilimizdeki binlerce örnekten algılayabiliyoruz. İşte okumaya karşı direnç göstermemizin, okuma konusunda başarısız olmamızın temel nedeni anlamsal birliklerle değil, sözcük sözcük algılama gayretimizdir.

 

“800 kelime okuyabilecekken 150 kelime okumak ne büyük bir israftır”

Sözcük sözcük okuma beraberinde okuduğunuz her sözcüğü içimizden tekrar etmeyi getirir. Okuduğunuz her sözcüğü içinizden tekrar ediyorsunuz. Şu an benim yaptığım konuşmamın, söyleyişimin sözcük hızı, dakikada kullandığım kelime sayısı 150 kelimedir. Nörologlar diyor ki sıradan bir dil dakikada 500 ile 800 kelime arasında çok rahat okur. Bunun üzerine de çıkması mümkündür ama ortalama dakikada 800 kelimedir. Peki düşünün dakikada 800 kelime okuyabilecekken 150 kelime okumak ne büyük bir israftır. Zamanınızı ve emeğinizi boşa harcıyorsunuz. Bundan 5-6 yıl önce bir ilköğretim öğretmeni o zaman ikinci sınıfı okutuyordu, kapımı çaldı. “Buyurun hocam” dedim. “Hocam sizden yardım istiyorum” dedi. “Niçin” dedim. “Benim çocuklarım hepsi okumaya başladılar” dedi. “Fakat içlerinden 5-10 tanesi şu anda tam sayısını hatırlamıyorum okuyorum anlamıyor” dedi. “Nasıl yani” dedim. “Okutuyorum, sesli olarak okuyorlar. Sonra okuduğu hikaye ile ilgili bir soru soruyorum cevap veremiyor. Hatta daha ilginç basit bir matematik problemi. İki tane çıkartma, bir tane toplama yapacak. Okuyor, yapamıyor. Çocuk zeki bir çocukta ama bunları yapmakta beceriksiz. Ne yapacağız?” dedi. Dedim ki “Getir bir bakalım, niye böyle bir şey var ortada, niye bu çocuklar okuyor da anlamıyor?” Sonra ben bu çocuklarla küçük bir araştırma projesi yaptım. Bu çocukların kavrama problemlerinin nedenini bulmaya çalıştım. Çok ilginç bir sonuç çıktı ortaya. Bu çocukların okuyup anlamamalarının nedeni nefesleri.

 

“Ana dilini çocuk nasıl öğrenir?”

Niçin nefesleri onların okuduklarını algılayamamalarının nedeni acaba? Aslında çok basit bunun cevabı. Bu araştırmanın sonuçlarını yayınlarken şöyle dedim. “Çocuklar ana dillerini hangi yaşa kadar öğrenirler?” Erken çocukluk döneminde. Yani 3,5-4 yaşlarında bir çocuğun ana diliyle ilgili bütün veriler, bütün kurallarla birlikte bilinç altına yerleşir ve çocuk artık söylenen her şeyi anlamaya, duygu ve düşüncelerini ifade etmeye başlar. Hiçbir problem yok. Peki ana dilini çocuk nasıl öğrenir? Kimden? Etrafındaki yetişkinlerden. Çocuk okula başladığında, öğretmeni sınıfta okutmaya başlayınca yapmadığı bir şeyi yapmaya başlıyor. Yani nefes alış verişini değiştiriyor. Nefes alış verişiyle Türkçe’nin önemli kuralını bozmaya başlıyor. O kuralın adı duraktır. Durak Türkçe’deki o geniş söylediğimiz kompozisyonların, anlamsal birliklerin sınırını belirleyen şeydir. Ben konuşurken her anlamsal birliğin sonunda bir kesinti yaratıyorum, bir durak yapıyorum. Ben böyle yaptıkça siz benim söylediklerimi çok kolay algılıyorsunuz. Çünkü ana dilimiz böyle. Ama okumaya yeni başlayan çocuk durakların yerini değiştirmeye başlıyor. Çocuk okuduğu ilk sözcükten sonra hemen bir durak yaratıp anlamsal birliği paramparça ediyor. Olmayan bir yerde durak yapıp olan bir durağı yapmamaya başladığında ana dili bilinci, görüntülediği ifadeleri deşifre edemiyor, çözümleyemiyor, algılayamıyor.

 

“Hala bunun farkında olmayan birçok insan var”

Dolayısıyla çocuk zeki olarak okuyor gibi görünüyor ama aslında anlamlandırmayı gerçekleştiremiyor. Çocuk bu yüzden okuduğunu anlayamıyor. Bazı çocuklar bunu 4. sınıfa kadar düşe kalka rastgele buluyor ama hala orta öğretimde, üniversitede, yetişkinlerde bunun farkında olmayan birçok insan var. O yüzden okuduğu bir metni dönüp dönüp, tekrar tekrar okumak zorunda kalıyor, çünkü algılamakta zorluk çekiyor. Bu çocukları bir süre boyunca nefeslerini düzenleyip, anlamsal birliklerin sınırlarını doğru bulmalarını sağladığımız an karman problemleri ortadan kalktı ve ben bunu uluslar arası dergide yayınladım, dinleyicilerin ağzı açık kaldı. Bugüne kadar hiç düşünmediğimiz bir şeydi bu.

Bazı geyikler vardır. “Türkler niye okumaz? Göçebe kültüründen geldik, at üstünde okumaya fırsatımız yoktu. O yüzden hep dinlemeye meyil ettik. Bu yüzden de toplumuz okumak yerine dinlemeyi tercih ediyor.” gibi birtakım şeyler. Gerçekle hiç ilgisi yok bunların. Bizim okumayışımızın temelinde ise Türkçe’yi yanlış okumamız yatıyor. Türkçe sözlük sözlük okunan bir değil.”

 

Konferansın sonunda, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Mustafa Serin, Öztahtalı'ya üzerinde üniversitenin amblemi bulunan tabak hediye etti.

CANER ALKAN

 



E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir