MESCİD-İ NEBEVİ VE RASÜLÜLLAH’I ZİYARET

 

 Bütün edebimizi takınarak, madde ve mana planında hazırlığımızı da yaparak Rasülüllah’ın huzuruna çıkmak üzere Mescid-i Nebevi’ye doğru ilerliyoruz. Hani Mevlana Mesnevi’sinde, Allah Rasülü’nü İsrafil (as)’a benzetmişti.  Biri insanları tekrar diriltecek sur’u çalarken, diğeri de dünyadaki ruhları uyandırdığı için.
Ve Mevlâna şöyle diyordu: "Gel ey gönül, hakiki bayram, Cenâb-ı Muhammed'e vuslattır. Çünkü cihanın aydınlığı, O mübarek varlığın cemâlinin nurundandır." 
Artık hasret bitmek üzere ve vuslat ânı yaklaşmıştır. Bu noktada edep çok çok önemlidir. Çünkü  bir insanın aklı kadar edebi, edebi kadar da değeri vardır ! Söyleyen ne güzel söylemiş:
“Güzeli güzel yapan şey; edeptir
Edep ise, güzel sevmeye sebeptir.”
Biz şimdi O Güzeller Güzeli’ni,  Allah Rasülü’nü ziyarete gidiyoruz. Bakın Osmanlılar zamanında, Kutsal Topraklar’a gidenler,  edeplerinden dolayı Ravza’ya 1 km. kala bineklerinden inerlerdi. Şükür namazlarını eda ettikten sonra, edep ve hürmetin bir nişanesi olarak, nâlinlerini ellerine alıp gözyaşları eşliğinde tekbir, tehlil ve salevatlarla Hak Nebi’nin huzuruna varırlardı.
Bu gün ise biz, havaalanında uçaktan iniyor ve arabalarla Mescid-i Nebevi’ye doğru ilerleyerek Bâbü’s-Selam (Selam Kapısı) önüne kadar varıyoruz. O noktada durup kapının üzerindeki Osmanlı Tuğrası ve tezyinatına bakarak, ecdadımızın Haremeyn’e hizmetini görüyoruz. Hayır dua ile onları yâdettikten sonra, besmele ile Mescid’e giriyoruz. Daha adımımızı içeri atar atmaz gül kokusuna benzer buram buram bir koku ile karşılaşacağız. Peygamberimiz gül ile remzedildiği için, kokusu da gül kokusuna benzetilmiştir. Lakin Mescid-i Nebevi’de karşılaştığımız o güzel ve latif koku, dünyadaki bütün gülleri toplasanız dahi, bulamayacağınız bir kokudur. Zaten Medine-i Münevvere baştan sona bir gülistan. Rasülüllah’ın ifadesiyle  bu Nurlu Şehr’in “tozu bile şifa…”
Biz Tarihçi olduğumuz için okullarımızda öğrencilerimize çok değişik konularda konferanslar veririz. Öğrencilerin bize en çok sordukları sorulardan birisi de,  “Fatih Sultan Mehmet” niçin İtalyan Ressama portresini gül koklarken çizdirmiştir?” Cevap malum. Fatih, Hz. Peygamber’i çok sevdiği için ve O da gülle remzedildiği için. Fatih’in bu minyatürü, Seyyid Lokman’ın: “Kıyâfetü’l-İnsaniyye ve Şemâil’il- Osmaniyye” adlı eserinde mevcuttur.
Öte yandan Padişah I. Abdülhamid’in de, 1783’de çektirdiği bir tuğrasının sağına bir gül koyarken, soluna da sümbül yerleştirmesi, herhalde aynı manaya matuftur.
Mescid-i Nebevi’ye girince önce iki rekâtlık bir Tahiyyetü’l-Mescid namazı, ardından da Cenâb-ı Hak bize bu imkânı lütfettiği için, iki rekat şükür namazı kılıyor ve Ravza’ya doğru tehlil, tekbir ve salevatlarla ilerliyoruz. Ve nihayet Rasülüllah’ın huzuruna “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Rasülallah” diyerek Üstad Mustafa İslamoğlu’nun şu tavsiyeleriyle yaklaşıyoruz.
“ Bu ziyaretinizin amacı; Muhammed'in (s.a.v) ordusunda bir nefer olduğunuzu, ordunun başkomutanına haber vermek: 
“Firarda değilim, mevcut listene beni de yaz” talebidir bu ziyaret. Şimdi; İslam ordusunun manevi komuta karargâhına yaklaşıyorsunuz. Resm-i geçit için sıradasınız. Kesinlikle elinizi, yüzünüzü, oranızı buranızı Peygamber'in kabrine ya da Mescid-i Nebevi'nin her hangi bir yerine sürtmek gibi disiplinsizlikler yapmamalısınız. Bu tür disiplinsizlikler karşısında, Peygamber'in kabrinden doğrulup “sürtünme!” diye bağırıverecekmiş gibi bir his uyanıyor insanda. 
Yine parmak, ayı gösterirken aya değil de parmağa bakarcasına; direkleri saymak, taşla, toprakla, kubbeyle, mermerle ilgilenmek de disiplin suçudur. Disiplinsiz mü'min olmamalısın.
Bu ziyaretin sembolik olduğunu hatırdan çıkarmamalısın. Cesede değil ruha yönelmeli, zarfa değil zarfın içindeki mektuba yoğunlaşmalısın. Rasülüllah'ın ruhunun senden haberdar edileceğini bilmeli ve kemâl-i edeple onu selamlamalısın;
"Es-Selamü aleyke Ya Rasülallah…"
Gözünün önünde bir sahne canlanmalı: Rasulullah bir ışık kaynağı gibi o sahneyi doldurmuş, senden tekmil vermeni, vukuat bildirmeni bekliyor". Selâmın tekmilindir. Hatırla ki Rasulullah da kabirlere gittiğinde selam verirdi. Sıradan bir merkad değil önünde durduğun. Milyonların sevgilisi, milyarlık bir ordunun başkomutanı önünde duruyorsun. Getirdiğin selamları yerine ilet. Onlar ona ulaşacaktır. Taşkınlık yapma!. Hüznünü belli et. Peygamber ordusunun firârisi olduğun günleri hatırla ve için yansın. Özür dile, bundan böyle firar etmeyeceğine söz ver. Hz. Muhammed'in sancağından başka sancak tanımayacağına söz ver. Ona karşı Ebu Cehil'in torunlarının yanında olmayacağına söz ver. Onun hatırasına ihanet etmeyeceğine söz ver. Kendi Medine'ni kurmak için derunî hicretini gerçekleştireceğine, imanının bedelini ödeyeceğine söz ver… 
Bu mekânda sembolik bir duruş, cennete olan özlemin ifadesidir. Cennette; ibadet biter ama muhabbet devam eder. Sen de bu muhabbetin musluğuna daya ağzını ve kana kana iç. Peygamber mescidi, sıradan bir mekân değildir. Orası; ümmetin ilk karargâhıdır. Orası Peygamber'in hem evi, hem kışlası, hem medresesi, hem tekkesidir. Orada başta ibadet olmak üzere, tefekkür, muhabbet, ülfet, zikir, şükür mübarek kılınmıştır. Bu bereket bire bin veren bir tarlanın bereketidir. (Buhari)
Peygamber'in Mescidinde, İslam'ın bir tek fertten cemaate, cemaatten devlete doğru gelişen seyrini düşünmelisin. Bir damla olarak başlayan uzun yolculuk nasıl bir okyanusa dönüştü, bunun muhasebesini yapmalısın. Ve sen bu yolculuğun neresindesin? Kendi konumunu tespit etmeli ve rotanı Rasul'ün rotasına bakıp yeniden tayin ve tesbit etmelisin.”
Şimdi de Üstad Necip Fazıl’ın Rasülüllah’ın huzuruna varışındaki hâlet-i ruhiyesine bakalım: “Ey insanlık ehrâmının zirve taşı… Seni kelimelere ısmarlamak, durgun suda mehtabı balık kepçesiyle yakalamaya davranmak gibidir. İçimde bu manalardan bir çağlayan, mukaddes ravzayı halkalayıcı parlak, sarı parmaklığın bir buçuk m. Yakınında, yine içimden çığlığı basmaktayım: Essalâmü aleyke yâ Rasülallah!..
Burada, bu Arş ve Kürsüden faziletli yerde, toprak altında, yüzü Kâbe istikametinde, hayy(diri) olarak her şeyi ve beni seyrettiğini bildiğim Allah’ın Sevgilisi ve benim aşk sermayemin topyekûn sahibi yatıyordu. Bana öyle geldi ki, o kalabalık içinde, bomboş bir düzlükteyim… Ne eşya, ne insan… O, yere uzanmış, sağ elini sağ yanağına dayamış, beyaz aydınlığa “sön” emrini veren siyah aydınlık gözleri ve bir hayal edilemez güzelliğiyle bana bakıyor. 
Çıldıracak gibi oldum; fakat kimse gözlerimden boşanan soğuk yaşlardan başka bir şey göremedi…İçimden yalvarıyordum: Peygamberim, Peygamberim, yüzü-suyu hürmetine hayat kazandığım Sevgili Peygamberim!..Seni seven Allah’tan iste: Bana ve müminlere sıhhat ve kuvvet versin!…Kıyamet gününe kadar bâki dininin  zaferini, ya da zafere doğru yol buluşunu dünya gözüyle görmeden ruhumu kabzetmesin. Duamız bu; bunu istiyor ve bu duanın kabulü için muazzam ruhaniyetine yapışıyoruz! 
Dile Allah’tan, sana “sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” diyen Allah’tan dile!… (Halifelerin huzurlarında da) ben yine içimden çırpındım, yırtındım, kavruldum; ve can çekişen bir insan toniyle: Essalâmü aleyke yâ Halifeti Rasülüllah!.. diye inledim durdum. Girdiğimiz kapıya (Cebrail kapısı) geldik. Ayakkabılarımızı nasıl bulup, nasıl giyebildiğimizi, nasıl yürüyebilip, nasıl istikamet tutabildiğimizi bilmeden otelimizin maroken koltuklarına çöktük.
Gece… Medine’nin semasında, içinde yıldızları öğüten bir huniden boşalırcasına bir nuranilik…
Necip Fazıl!.. Meğer bu günü görmek için dünyaya gelmişsin!..Secdeye kapan ve hamdet!..”  
Bu ziyareti Rasülüllah’ın bizi gördüğünü düşünerek yapmak gerek. Sağlığında huzuruna çıktığımızı farzederek, o zaman nasıl bir edep içinde olacaksak, şimdi de aynı hal üzere olmak gerek. Çünkü 632 yılında Peygamberimiz vefat ettiğinde Hz. Aişe anamızın odasında bulunuyordu. “Peygamberler öldükleri yere defnedilirler” hadisince, Rasülüllah da yukarıda şeklini gördüğümüz ilk mescid’in güney doğusundaki Hz. Aişe validemizin odasına defnedilmişti.
İslam inancına göre mevta, yüzü hafif kıbleye gelecek şekilde defnedilir. Rasülüllah da böyle defnedilmişti. Buna göre biz tam Hücre-i Saâdet’in önüne varıp durduğumuzda, Rasülüllah bizi seyretmektedir. Bu durumda insan, nasıl olur da titremez. Tüyleri diken diken olmaz ve heyecanlanmaz? O’nun sünnetini bihakkın yaşayamadığımız için, nasıl olur da bu mahcubiyetten, başımız pişmanlık içerisinde öne düşmez?
İşte bu bilinç ve şuur içinde Allah Rasülü’nü ziyaret etmek gerek. 
Ya Rasülallah! Ben Rabbime gerçek mânâda bir kul olamadım. Sana hakiki mânâda bir ümmetlik yapamadım. Sünnetini gereği gibi yaşayıp, yaşatamadım. Şimdi huzurunda üzüntü içerisindeyim ve mahcubum. Ama bundan gayrı, İ’lây-ı Kelimetullah ve İhyây-ı Sünneti Rasülüllah için gayret sarfedeceğime söz veriyorum. Rabbimin rahmetini ve senin şefaatını ümit ediyorum. Beni kıyamet gününde şefaatından mahrum etme Ya Rasüllah!… Tarzında içimizden ne geliyorsa Sevgili Peygamberimiz’e uygun bir lisanla arzetmek gerek. Özellikle uygun bir hâl ve uygun bir lisanla diyoruz. Çünkü İmam-ı Azam Hazretleri, kıbleyi bırakıp dönüp Rasülüllah’ın kabrine doğru dua etmeyi dahi uygun görmemiştir. 
Bu ziyaretimizde, Peygamberimiz’in ayak ucunda yatan Hz. Ebubekir’i ve O’nun ayak ucunda yatan Hz. Ömer’i de,  “Esselâmü aleyke yâ hilâfete Rasülilleh” şeklinde selamlıyoruz. 
Bilindiği üzere Halife Hz. Ebubekir vefat ettiğinde Rasülüllah’ın ayakucuna defnedilmişti. Hz. Aişe validemiz de, biri eşi, diğeri babası olan kabirlerin yanında yaşamını idame ettirmişti. Tâki Hz. Ömer 644 yılında bir suikasta kurban gidinceye kadar. Hz. Ömer vefat etmeden önce Rasülüllah’ın yanına gömülme arzusunu Hz. Aişe validemize iletmiş ve Hz. Aişe de, aslında kendisine ayırdığı bu yerden feragat ederek, bu isteğe onay vermişti. Böylece Hücre-i Saadet’e Hz. Ömer de dahil olmuştu. 
Artık bu tarihten sonra, Hz. Aişe validemiz odasıyla kabirler arasına bir perde çektirecektir. Artık bir daha bu kabirlere ilave yapılmayacak. Hz. Hasan vefat ettiğinde böyle bir şey sözkonusu olunca, tartışmalar çıkacak ve Hz. Hasan’ın Cennetü’l- Bâki’ye defnedilmesiyle sorun çözülecektir. Ancak bir daha böyle bir olay yaşanmaması için, Hücre-i Saadet’in etrafı duvarlarla kapatılacaktır. Hz. Aişe validemiz vefat ettiğinde, O da Cennetü’l- Bâki’ye defnedilecektir. Kabristanı hep birlikte ziyaret ederken, bu kabirleri orada göreceğiz inşallah.
Mescid-i Nebevi’ye ilk ziyaretimizi Bâki kapısından çıkarak böylece tamamlıyoruz. 
Kapı çıkışında hemen sola dönünce, Bâb-ı Cibril’i (Cibril Kapısını) göreceğiz. Kapının üzerinde kocaman bir Osmanlı Tuğrası sizleri selamlayacaktır. Kapının iki kanadı var. Birisinin üzerinde “Allahümme yâ müfettihate’l-Ebvâb” (Ey rahmet kapılarını açan Rabbim!” yazarken, diğer kanatta ise “İftah lenâ hâze’l- Bâb” ( Bize de rahmet kapılarını aç) ibâresi yer alıyor. Kapının tokmağında ise “ Ömer Abdülmecid Han” imzasını görüyoruz ki, Mescid-i Nebevi’nin esaslı bir tamirini yaptıran Sultan Abdülmecid’i, bu vesileyle hatırlıyor dua ve hayırla yâd ediyoruz.
Biz Medine’ye varır varmaz Allah Rasülü’nü ziyarete koştuk ve huzur-u saâdetlerinde hasretimiz vuslata dönüştü. Sıdk ile O’na aşık olan Şair’in: 
“Ey bâdı sabâ uğrarsa yolun semti Haremeyn’e
Ta’zimimi arz eyle Resulussekaleyne”  dediği gibi, bizim de ömrümüz boyunca hasretini çektiğimiz, esen yelden, uçan kuştan selam gönderdiğimiz Can Peygamberimiz’i, makamında ziyareti bitirdiğimize göre, şimdi ikinci defa tekrar Mescid-i Nebevi’ye Selam Kapısı’ndan girelim ve Mescid’in içini de kare kare tanımış olalım inşallah. 
İçeri ayağımızı attığımızda sağ tarafımıza dönüp bakarsak; Mescid’in kıble duvarını görürüz. Duvar boyunca da ecdadımız tarafından Tevbe ve Âli İmran süresinden Kur’an ayetlerinin, Peygamberimiz’in isim ve sıfatlarının yazdırıldığını, nefis çinilerle süsletildiğini, başımızı yukarı kaldırdığımızda da kubbe içi tezyinatının en zarif şekilde yaptırıldığını müşahede ederiz. Biraz ilerleyip sol tarafa dönersek bu defa da, yine Osmanlı tarafından tamiratı yaptırılan Hanefi (Süleyman) Mihrabı ile III. Murat tarafından İstanbul’dan gönderilen mimberi görürüz.
  Malum olduğu üzere, Allah Rasülü ilk hutbelerini bir hurma kütüğüne yaslanarak düzayak okuyordu. Müslümanların sayısı çoğalınca, geri tarafta bulunan Müslümanlar, “Ya Rasülallah! Seni göremiyoruz, sesini duyamıyoruz” dediler. Bunun üzerine üç basamaklı bir mimber yapıldı. Peygamberimiz de 3. Basamakta ilk hutbesini okuyacaktı ki, hurma kütüğünün ağlaması ve inlemesi duyuldu. Rasülüllah kütüğü teselli etti ve O’na: “İstersen Cennette yeşil bir ağaç olman için dua edeyim” dedi. Bunun üzerine kütükten gelen inleme sesi kesildi. Allah Rasülü sahabeye dönerek şunu söyledi: “Eğer ben O’nu teselli etmeseydim kıyamete kadar inlemesi devam edecekti.” Hasan Basri Hazretleri öğrencilerine dermiş ki: “Rasülüllah’ın ayrılığından bir kütük ağlayıp inlerse, biz insanların O’nun hicranıyla, daha fazla göz yaşı dökmemiz gerekmez mi?” 
Rasülüllah vefat ettikten sonra, Hz. Ebubekir ilk hutbesini okuyacaktı. Rasülüllah’ın hutbelerini okuduğu 3. basamağa çıkmadı. “Ben Allah Rasülü’nün hutbe okuduğu yerde hutbemi okuyamam. Allah’tan haya ederim ve hicap duyarım” diyor ve hutbelerini O’na hürmetinden dolayı ikinci basamakta okuyordu. Hz. Ömer Halife olunca, O’da hutbelerini 3. ve 2. Basamakta değil, aynı edep ve hürmet sebebiyle birinci basamakta okuyacaktı.
İşte biz, sahabenin Rasülüllah’a gösterdiği hürmeti ve muhabbeti kendimize örnek almış bir milletiz. Dün olduğu gibi bu gün de aynı edep ve hürmet içinde bulunmaktayız. İnşallah nesillerimiz boyunca aynı keyfiyet devam edecektir.  
 


E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir