PROF. DR. YUSUF ZİYA ÖZCAN: “BİLGİMİZ VAR AMA KULLANAMIYORUZ”

 

BİLECİK Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanı Emir Ayberk Gümüllügil tarafından Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a çiçek takdim edildi. Sonrasında Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan tarafından açılış konuşması yapıldı. Rektör Özcan konuşmasında şunları aktardı: 
 
“BÜYÜK MEDENİYETLERİN ARKASINDA BÜYÜK FİKİRLER YATIYOR”
 
“Bugün bizim için hakikaten onur verici bir gün. Çünkü beraber bir yolculuğa başladığımız hocamızı aklıma geldiği şekliyle söyleyeyim insanların kadri kıymeti musalla taşında bilinmemeli, güzellikler paylaşılmalı. Bu yolculukta hocamla belki kendilerinin farkında olmadığı Bilecik Üniversitesi’nde benim şahsi olarak pek çok hatıram var. Çünkü hocamla beraber göreve başladım. Nüfus kayıtlarında benim bir abim var adı Yusuf Ziya Özcan ve dolayısıyla bizim bu durumumuzu bilen herkes ‘Abisi YÖK Başkanı olmuş kendisi Rektör olmuş. Oh dünyada işleri iş.’ diye bu yolculuğa bizi başlatmışlardı. Öyle tahmin ediyorum kamuoyunda hala bunun kalıntıları da vardır. Sayın başkanımla biz hakikaten elbette bir devlet terbiyesi içerisinde, bir görev, şuur ve nezaketi içerisinde ama onun dışında da bir abi kardeş yakınlığı içerisinde çalıştık. Bilecik Üniversitesi’nin çok büyük bir bahtıydı ve ilk harcımızı o koydu. Bugün Bilecik Üniversitesi’nin aldığı mesafede de onun himayelerinin çok büyük payı var. Her zaman bize destek oldular, her zaman bize şevk, heyecan verdiler. Biz Bilecik Üniversitesi olarak kadir kıymet bilmenin bu toprakların bir değeri olduğunu bir kez daha anlatmak amacıyla belki biraz haddimizi zorlayarak böyle bir karar aldık. Neyle karşılaşacağımızı da bilmiyorduk ama teveccüh ve yansıma bizi çok bahtiyar etti. O yüzden ben huzurlarınızda Bilecik Üniversitesi senatosuna da çok teşekkür ediyorum. Zaten günümüz dünyasında bizi farklı kılacak birkaç husus varsa bunlardan birisi de bizim değerlerimiz, üniversite olarak da bizim varlık sebeplerimizden birisi de değerleri yeniden yeniden yeni nesillere üretmek olmalı. 
Bilecik üniversitesi epey mesafe aldı. 10 bini aşkın öğrencisi olan, Önlisans’tan doktoraya kadar çeşitli programları olan, bütün kurumlarıyla kurullarıyla aşağı yukarı kurumsallaşmasını tamamlamış yapısı, alt yapısı bitmiş üst yapısı dersliklerinin bir kısmı tamamlanmış, 8 – 10 öğrencisine bir bilgisayar düşen, TÜBİTAK, BEBKA gibi projeleri uygulayan öğretim üyeleri ve bunun dışında başka çalışmaları da olan, yayın sayısını artırmış bir üniversite. Bütün bunların arkasında güven var ve o güveni bize hissettiren kurumların başında YÖK ve onların başında da sevgili hocamız vardı. Bu yolculuğa beraber başladık ve beraber devam ediyoruz. Bu yolculukta bize katkıda bulunan bütün çevrelere teşekkür ediyorum. Zannetmiyorum ki ülkemizin her hangi bir vilayetinde üniversitesiyle bu kadar bütünleşen vilayetimiz olsun. Büyük medeniyetlerin arkasında mutlaka büyük fikirler yatıyor. Batı medeniyetinin arkasında da Hegel’den başlayan günümüze kadar devam eden pek çok büyük düşünce adamları var. Bizim medeniyetimizin ardında da ilim irfan erbabı vardı. Yeni bir medeniyet yolcuğu başlatacak isek mutlaka bu üniversiteden büyük fikir ve düşünce adamları yetiştirmek zorundayız. Onun için sorumluluğumuz bir kez daha ciddiyetini koruyor. O yüzden de bize bir kez daha büyük sorumluluklar düşüyor. Bu x
sorumluluklarımızda büyüklerimizin desteklerini gördük ve görmekte istiyoruz.”
Rektör Özcan’ın konuşmasının ardından Bilecik Üniversitesi Senato Üyeleri tarafından Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ teşekkür edilerek hediye takdim edildi. Ardından konferansa geçildi. Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan “Yükseköğretimde Yeni Vizyon” konulu konferansında şunları aktardı:
“Vizyondan ne anladığımı 4 yılın tecrübesinden kalkarak size ifade etmeye çalışacağım. Herhangi bir yükseköğretimle ilgili şahsa ‘Üniversitenin fonksiyonu nedir?’ deseniz, size hemen 3 tane faktör sayarlar. Üniversiteler bir, bilgi üretecek. Bunun için ar-ge faaliyetlerinde bulunmaları gerekiyor. Bu bilgiyi nesillere devredecek. Bunun için bir öğretim faaliyeti gerekiyor. Birde pek anlaşılmayan içinde bulunduğu topluma yardımcı olacak diye üçüncü fonksiyonu sayarlar. Ben birazcık da vizyonu bu üçüncü fonksiyonda arayarak sizlere hitap etmek istiyorum. Nedir topluma yararlı olmak? Üniversiteler bu konuda nasıl yardımcı olabilirler? Acaba Türk üniversitelerinin bugüne kadar bu üçüncü fonksiyonda ifade edilen tarzda bir vizyonu olmuş mudur? Bizim üniversitelerimiz gerçekten içinde bulundukları halka hizmet etmek için orada bulunan problemlerin çözümlerini aramak için yaşayan insanlarımızın Türkiye’de yaşayan insanların yaşam standardını yükseltmek için mi çalışmışlardır? Böyle bir fonksiyonları var mıdır? Bu açıdan ne kadar başarılı oldukları söylenebilir? gibi meseleler gerçekten bu topluma hizmet konusunda tartışmamız gereken hususlardır. 
Bence Türkiye’deki üniversitelerin İstanbul Üniversitesi’nin 1933 yıllarındaki modern anlamda üniversite kurulmasına o yıllarda başlatırsak bugüne kadar tarihlerinde bu üçüncü fonksiyon, topluma hizmet hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır. Biz hala daha üniversitelerde benim 4 yıllık başkanlık dönemimde gözledim fildişi kulelerimizde oturup, indeksli dergilerde yazı yazmamız bizim için kafi bulunmuştur. ‘Kaç yayının var? Benim 30 tane yayınım var? Kaç atıf aldın?’ ‘500 tane atıf aldım.’ ‘Patentin var mı? Herhangi bir dergide editör müsün? Tamam siz iyi öğretim üyesisiniz.’ Hayır değilsiniz, siz iyi öğretim üyesi değilsiniz. İsterseniz 300 tane yayınınız olabilir, 1500 tane atıf almış olabilirsiniz, 9 tane patentiniz olur. Birkaç indeksli dergiyi çıkartmış olabilirsiniz ama benim baktığım açıdan siz başarılı ama o başarısı belli bir yere kadar olan bir öğretim üyesisiniz. Bizim sizden beklediklerimizi yerine getirmişsiniz ama topluma hizmet noktasında bakıldığında pekte öyle olmayabilirsiniz. 
 
“ÖĞRENCİLERİMİZİ SOKAKLARDA BEKLETİYORUZ, DERSAHANELERE GİTMEYE MECBUR EDİYORUZ”
 
Üniversitenin bu toplumun ihtiyaçlarını çözmede yardımcı olma isteğini en açık olarak kontenjanlarda gördüm. YÖK Başkanı olduğum sırada ilk yaptığım iş ‘Acaba yıllar itibariyle üniversite kontenjanları ne olmuştur? Ne kadar artmıştır? Bu arada lise mezunlarının sayısı nasıl artmıştır?’ gibi basit bir analiz yapmak oldu. Bu üniversitelerin kontenjanlarını son 20 yıla bakarsanız görürsünüz ki üniversitelerin kontenjanları azalmış bile bu ülkede. Bu en fazla %6’ya çıkmış ama pek çok yılda eksi rakamlar görürsünüz. Bir önceki yıllara nazaran daha az öğrenci alınmış. O zaman insan düşünüyor. Diyorsunuz ki ‘Bu kadar fazla liseden mezun veren bir ülkede üniversite nasıl olurda kontenjanını azaltır?  Bu nasıl bir hassasiyettir?’ Bu ülkenin sorunlarına orada bir problem var. Buradan çıkan liseden mezun olan öğrencilerimiz var. Bizim amacımız onlardan isteyenlere, herkese değil, üniversite eğitimi talep edenlere üniversitede yer açmaktır. Ve bakıyorsunuz istatistiklere hiçte öyle olmamış. Yer açmak yerine mevcut yerleri kapatmışsınız sanki girmemelerini istiyormuşsunuz gibi. Bu açıdan bakıldığında diyorsunuz ki ‘Üniversiteler hiçte halkın duygularına, ihtiyaçlarına, hassasiyet göstermemişler.’ Bu gerçekten ilk başladığımda beni üzen bir şeydi. Nasıl oluyor da bu kadar imkanımız var, bu kadar üniversitemiz var, yeni üniversitelerde açılabilir. Ama biz bu çocuklarımızı maalesef sokaklarda bekletiyoruz. Dershanelere gitmeye mecbur ediyoruz. Bir defa gidiyor ikinci yıl gidiyor üçüncü yıl gidiyor. Kazanana kadar devam ediyor. Bir bekleyenler ordusu oluyor. Ben göreve geldiğimde girenlerden daha fazla bekleyenler vardı. Liseden mezun olan Türkiye’de 540 – 550 bin öğrenci vardır. 900 bini de bekliyordu. Bir defa girmiş ama kazanamamış. O ilk yılı geçirmiş ikinci yılını üçüncü yılını dördüncü yılını bekleyen öğrencilerdi. Böyle bakıldığında üniversitenin çokta toplumun ihtiyaçlarına hassas davrandığını görmüyorsunuz. 
Bunu başka alanlarda da görüyorsunuz. Mesela sağlık alanı beni her zaman cezp etmiştir. Onunla da birazcık ilgiliyim. Dünyada olan, ülkemizde olan gelişmeleri takip ediyorum. Çok hazin şeyler oluyor ülkemizde. Mesela aşı üretimine bakıyoruz, sık sık şu grip bu grip çıkıyor. Her seferinde çok büyük paralar dışarıya transfer edilerek aşılar alınıyor. Halbuki bizim burada bir sürü üniversitemiz var, tıp fakültemiz var, araştırma enstitülerimiz var. Biz acaba bu aşı işini yapamaz mıyız? Bir zamanlar yapıyorduk bunu hıfzıssıha şemsiyesi altında. Acaba o tekrar bir üniversitenin içerisinde tekrar canlandırılamaz mı? Seruma bakıyorsunuz. Seruma çok ilgiliyim. Akrabalarınız hasta oluyor soruyorsunuz serum veriyorlar ‘Bu nedir? Nerden geliyor?’ diyorsunuz. ‘Maalesef yurtdışından geliyor.’ diyorlar. Kötü bir şey hissediyorsunuz. ‘Acaba niye bunlar yapılmıyor? Bizim üniversitelerimizin hiç olmazsa teknik bilgi sunmak noktasında bir katkıları olabilir mi?’ diyorsunuz. ‘Üniversitelerde böyle faaliyetler yok.’ diyorlar. İlaçta aynısı. Geçen sene bugünlerde 28 Aralık’ta kız kardeşimi kaybettim. Kanserden öldü. Ona ilaç lazımdı. Az bir ilaç alıyorsunuz 3500 TL veya 4000 TL diyorlar. Merak ettim bu kanser ilaçları nasıl yapılıyor, nereden elde ediliyor diye. Kanser ilaçlarının hepsi taze kandan yapılıyor. İnsanlardan kanı almıyorlar. Kanınızı geçici süre sizden alıyorlar. İçindeki bazı maddeleri aldıktan sonra 20-25 dakika süren bir proses. Taze kan olması şart. Bizim ülkemiz kan cenneti. Her ne kadar kan verme alışkanlığımız olmasa da bu memlekette 73 milyon insan yaşıyor ve temiz kanımız var. Öyle çeşitli hastalıklarla kirlenmiş kan değil bu kan, baya sağlıklı bir kan. Bunu yapmıyoruz. Eğer ülkemizde yapılsa kaça mal olur biz bunu kaça satabiliriz diye bazı ilaç şirketlerine hesap yaptırdım. 300 – 400 TL arasında olduğunu öğrendim. 3500 – 4000 TL verdiğimiz ilaca bu kadara mal ederiz kanı bizden olmak şartıyla dediler. Müthiş bir şey. 500 milyon dolarlık kendi ihtiyacımız var, ülkemize dışarıdan alıp kullanıyoruz. 250 milyon dolarda dışarıya satabiliriz. Müthiş bir potansiyel var ama maalesef kimse buna el atmıyor. Çünkü her el atıldığında 12 defa Türkiye’de kandan ilaç yapmak için teşebbüste bulunmuş hiçbir tanesi sonuçlanmamış. İhale aşamasında ihale sonrasında çeşitli mülahazalarla bu iş kapatılmış. 
Aynı şekilde otomobil sektörüne bakıyorsunuz. Komşularımızdan bazıları ekonomik durumu çokta iyi olmayan hepsinin kendi milli markalarında arabaları var. Onların arabalarını yapıyorlar, üretiyorlar. İnsanlarına hazır hale getiriyorlar. Ucuz bir şekilde veriyorlar, kullandırıyorlar. Ama bizim ülkemizde maalesef yıllardan beri bu işi ithalat yoluyla yapıyoruz. Havacılık sektörü bugünlerde çok revaçta. Bir uçağımız yok. Halbuki uçağı Türkiye’de 20 – 25 yıl önce biz yaptık. İmal ettik ve elimizde kaldı maalesef o günlerde değerlendirilemediği için. Helikopterimiz yok. Şu terör ve özellikle PKK ile mücadelede çok işe yarayacak olan insansız hava araçları var. O hava araçlarının bütün üniversitelerde rektör hocam söyledi burada Bilecik’te bile gayet kolay yapabilirken yapmıyoruz. Yine büyük paralar transfer ederek dışarıdan satın alıyoruz. Hazin hikayeler, bana bu hikayeleri söyledikten sonra ‘Bu ülkede üniversite ne iş yapar?’ sorusu aklıma geliyor hep. Hiç olmazsa insansız hava aracının teknik tarafını biz yapalım. Projesini çizelim ne gerekiyorsa onları belirtelim. ‘Elimizde böyle bir şey hazır, üretici arıyoruz.’ diyelim. Türkiye’de varsa bir üretici bu bilgileri alsın üretsin. Bunu yapabiliriz ama bunu bile yapmıyoruz. Çok üzücü şeyler. 
Tarım hakkında da zaman zaman konuşuyorum. Diyorlar ki ‘Sen sosyologsun tarımdan ne anlarsın, tohumla senin ne alakan var?’ tohumla benim çok alakam var. O tohumdan bahseden insanların çoğu onunla neler yapılabileceğini bilmedikleri için dışarıdan tohum almanın hiçbir mahsurunu görmüyorlar. Halbuki bugünlerde dünyada genetik planlama diye bir şey var. İsterseniz nasıl bitkilerin genetiğini değiştiriyorlarsa tohumunda genetiğini değiştirir. Öyle çok bir iki nesil içerisinde bir milleti yok edebilirsiniz ve belli bir hastalığa düçare edersiniz. Bunlar mümkündür. Onun için eğer mümkünse tohumumuzu kendi ülkemizde yapmamız elde etmemiz çok önemlidir. Üstelik bizim endemik, bize ait olan tohumlarımız var. Hiç yapamıyorsak eskilerini tutalım. Bize anamızdan babamızdan atalarımızdan yadigar kalan o tohumları muhafaza edelim. Ben haddimi aşarak söylediğim bu laflardan sonra pek çok üniversite harekete geçti. 753 tane eskiden kalmış tohumu tekrar buldular. Meğer bir yerlerde saklıymış onlar, şimdi onlardan üretime başladılar. İnşallah yakın zamanda dışarıdan tohum alınmayacak dışarıya tohum satabilecek duruma geleceğiz. 
 
“ARŞİVLERDEKİ ESERLERİ ORTAYA ÇIKARARAK ÜSTÜMÜZE GELENLERİ GERİ PÜSKÜRTMELİYİZ”
 
Hep fen bilimlerinden örnek veriyorum. Acaba üniversitelerin sosyal konularda yapmak zorunda olduğu işler yok mu? Var tabi. Bu özellikle demokratik açılımda dikkatimi çekti. Şöyle yazılan çizilenlere bir baktım. Hiçbir üniversite bu açılımın nasıl yapılacağı konusunda veya bu konudaki tartışmalara katkıda bulunacak bir yayın ortaya koymadı. O kadar az ki. Düşünüyorsunuz 73 milyonluk bir ülke 165 tane üniversitesi var. Ama belli bir konuda bir tartışma oluyor Türkiye’de üniversitelerin o kadar az payı var ki. Şimdi Cemil Çiçek Bey’in geçen ki şikayetini hatırlıyorum. ‘Anayasa tartışmalarında üniversitelerin hiç katkısı olmuyor.’ diyor. Çok haklı. Maalesef iki üniversitemiz oraya taslak kabilinden bir çalışma sundular. Diğerlerinden hiç ses yok. Anayasa çıkarsa herhangi bir şekilde fazla konuşmaya başlayacağız herhalde. Halbuki konuşma zamanı şimdi. Yine aynı türden sosyal bilimlerin yapabileceği bu PKK konusunda çok ciddi bir sorunumuz var. Ülkemiz için çok ciddi bir sorun. Çok çalışma çıkmıyor. Gazeteci özgeçmişi olan insanlar tarafından yazılmış, çok bilimsel olmayan eserler var. Mesela ben onların yerine isterdim ki üniversitelerdeki araştırma merkezlerinde ve enstitülerden bazıları bu konuya el atsınlar ve ellerinden gelen çalışmayı yapsınlar. Milletin huzuruna çıkarsınlar bunları diye. Gençlik konusunda da üniversitelerimiz hiç çalışmıyor. Sanki gençlerimizin hiç sorunu yokmuş gibi bir huzur içerisindeyiz. Gözlerimizi kapatmışız olayı seyrediyoruz bu da gayet üzücü bir şey kendi sorunlarımıza sahip çıkmıyoruz. Ermeni meselesi başka bir sorun. Halbuki dünyanın üzerimize geldiği şu günlerde bizim onları geri püskürtmemiz lazım bu da nasıl olur arşivlerdeki eserleri ortaya çıkartarak onlarla ilgili bilimsel çalışmalar yaparak olur. Yapılanlar var ama hiçbir zaman yeterli görmüyorum. 
Bütün bunlardan anlayacağınız gibi benim üniversite vizyonu diye anladığım şey bir defa bilim üretmek, bilimi yaymak, yanında ülkesinde yaşayan insanların hizmetinde olan bir üniversite hayal ediyorum. Bir münasebetle ‘Ne yazıyorlar?’ diye ziraatçıların, veterinerlerin yaptığı çalışmalara bakmıştım onların yayın sayıları biraz fazla. Hayretler içerisinde kaldım, yayınların yarısı bizim toprağımızla ilgili konularda değil. Bir tanesi Alp Dağları’nda yaşayan bir kelebeğin kanadının altındaki bir sıvıyla alakalıydı. Bu çok önemli olabilir. Belki dünya çapında bir buluşa götürebilecek olabilir bizi. 
Bizim ülkemizde o kadar ciddi sorunlarımız var ki hiç kimsenin beğenmediği, hiçbirimizin çalışmaya değer görmediği trafik konusu bile terörden ölen insan sayısı kadar insanımızı kaybetmemize sebep oluyor. Ama hiç kimse bir şey yapmıyor. Trafikle ilgili tek araştırma merkezi var o da ODTÜ’de. Hollanda’dan gelen bir öğretim üyesi var, onun sayesinde açıldı. Onun haricinde hiçbir şey yapmıyoruz. Gazi Üniversitesi’nde teknik kazalarla ilgili çalışma merkezi var. ‘Nerelerde kaza oluyor, nasıl azaltabiliriz?’ diye uğraşıyorlar.
Halka yardım etmiyorsanız şu üniversite neye yarar? Bütün üniversiteler vizyonlarını bence Türkiye’de buna göre tekrar düşünmeli ve tekrar formüle etmelidir. ‘Eğer yaptığımız çalışmalar halkımıza yaramıyorsa bizim ülkemizin ihtiyaçlarını karşılamıyorsa, ekonomik kalkınmamıza yardım etmiyorsa, milli gelirimizi yükseltmiyorsa biz niye varız, üniversitelerimizde sıcak odalarımızda oturup ne yapıyoruz?’ diye düşünüyorum. 
Üniversitemizle ilgili rektör hocamızdan gayet güzel şeyler duydum. Bu söylediklerimin dışına çıkan, yaptığı çalışmalarla bu bölgedeki insanların yararına olacak şeylerin yapıldığını duydum. Mühendislik dalında güzel şeylerin olduğunu biliyorum. İnşallah bu çalışmalarınız daha iyi seviyelere gelir ve ülkemizde çok değişik üniversiteler görür. 
Yurt dışına gittiğinizde lütfen Berlin’e yolunuz düşerse Berlin Teknik Üniversitesi’ne bir gidin. Laboratuarlarını gezin, ne yaptıklarına bakın. Size göstereceklerine iyice bakın. ‘Orada ne tür şeyler yapılıyor üniversitelerde, bizde ne tür çalışmalar yapılıyor?’ bir mukayese edin. Bir öğretim üyesi tabi ki bilimsel yayın yapacak ama o yeterli değil. Patentlere bakın mesela, benim söylediğim şekilde çalışma olsaydı üniversitelerde bir amaca yönelik bir soruna yönelik patent sayısı fazla olurdu. Ülkemizde patent sayısı yok denecek kadar az. 
2008 yılında bizim ülkemizde indeksli dergilerde yapılan yayın sayısı 18 bin iken aynı yıl İsrail’de yapılan yayın sayısı 9 bin, tam bizim yarımız kadardı. Küçük ülke olduğu için o kadar yayın çıkmıyor tabi. ABD’de patent müracaatlarına baktığınızda onların 9 bin yayından 4550 tanesi patente müracaat etti. Bizde sayı sadece 85. 18 bin yayından 85 tanesi patent için müracaat ediyor. Bu bilginin olmadığı anlamına gelmiyor. Ama bilgiyi iyi kullanamadığımız anlamına geliyor. Bunu bir şekilde sonuçlandırmalıyız. Güzel çalışmalarda yapıyoruz. Ama faydaya yönelik bir şey çıkmıyor. İşte bunu değiştirmemiz lazım. Eğer bunu değiştirebilirsek üniversitelerimiz zaten doğru yola girecekler. Gerçekten ülkemizin ihtiyacı olan şeyleri bize verecekler demektir. “
Konferans sonrası Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a Bilecik’in önde gelenleri tarafından hediyeler takdim edildi. Daha sonra kampüste incelemeler yapıldı ve ziyaret sonlandırıldı.
ZEYNEP KILBAHRİ
 


E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir