Rana Nohutçu yazdı…

featured

Üniversite için İstanbul’a gittiğimden beri ayrılırken pek de özleyeceğimi  düşünmediğim Bilecik’i özlerken buldum kendimi. Sakin sokakları, temiz havası, samimi insanlarıyla “evimde” hissettirdiğini anladım. Fakat evde olma hissi çoğu zaman mekanla sınırlı değil, kendimizi güvende ve ait hissettiğimiz yeri evimiz olarak belirleriz. Evden uzak olunca garip bir hüzün kaplar insanı, yerini başka bir yerle belki de başka insanlarla doldurmaya çalışır ama ev özlemi bir köşeye yerleşmiştir. Benim ev olarak bildiğim Bilecik önceki kuşaklarım için de gerçekten “ev” miydi?

1912’de patlak veren Balkan Savaşları’nın etkisi Bilecik’e kadar uzandı. Savaş sırasında  Müslüman halka yapılan eziyetler ve din baskısı oradaki Türkleri göç etmeye zorladı. Mübadele ve mübadele olmayan yani oradaki zulümden kurtulmak için kişilerin kendi çabaları ile yaptıkları göçler olmak üzere ikiye ayrılan göçler, Türkiye’nin pek çok yerine yapıldı. Bilecik’e ağırlıklı olarak Rumeli’den göçler yapıldı. Maalesef şu an konuştuğumuz ve yazdığımız kadar kolay olmadı bu süreç. En çok tercih edilen ulaşım tipi kara yolu olmuş; yakın kaynaklardan edindiğim bilgilere göre de Bilecik’e gelen ailelerden biri, İstanbul’a kadar deniz yolu aracılığıyla İstanbul’dan Bilecik’e kadar da yaya olarak ulaşım sağlamış. Şimdiki yaşam koşullarını düşündüğümüzde duyduğum bu bilgi karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim.Ulaşım sağlandıktan sonra da kalacak yer sıkıntısı baş göstermiş. İlk önce küçük kulübelerde ikamet eden göçmenler, geçimlerini tarımdan sağlamaya başlamışlar. Yerleştikleri bölgedeki halkın yardımıyla alışık olmadıkları topraklarda tarım yapmaya ve tutunmaya çalışmışlar fakat yerli halkın hepsi o kadar yardımsever değildi. “Yunan gavuru” gibi söylemlerle göçmenleri istemediğini belli eden yerli halk ile göçmenler arasında sürtüşmeler yaşandı. Sürtüşmeler zamanla azaldı ve iki taraf da barış içinde yaşamayı öğrendi. Yakın zamanda da pek çok göç alan Türkiye’yi düşündüğümüzde bu bilgiler biraz düşündürmüyor değil.

Bu topraklarda iyi bir seviyeye gelene kadar ki süreci “Çamurdan, bataklıktan sıyrıldık” olarak ifade eden göçmenler, anlaşılan Bilecik’i “ev” yapmak için çok çaba göstermişler. Araştırmalarımdan sonra bu bilgileri aktarmak için yazmaya başladığımda Bilecik’in bendeki anlamı değişti . Yuva olarak bildiğim bu yer, geride bırakılan başka bir “evin” üzerine inşa edilmiş, var olma mücadelesi sonucu oluşmuş.

Göçmenler arasındaki sıkı bağ, bu mücadeleyi verirken epey önemliydi. Günümüzde tüm toplumlarda akrabalık ilişkileri ve bağlar zayıflama eğiliminde hal böyle olunca da kültürler aktarılamıyor ve gelecek kuşaklar kültürü devam ettiremiyor. Fakat buna meydan okuyan, Atalarının Bilecik’teki mücadelesine sahip çıkan ve kültürlerini devam ettirme hedefinde olan bir oluşum var : Bilecik Rumeli Türkleri ve Dayanışma Derneği.

Önceden sadece adını duyduğum ve önünden geçtiğim bu derneğin bu sefer kapısının içinden girdim ve çok hoş karşılandım. Derneğin şu anki başkanı Ruşen Gül ve yönetim kuruluyla çok keyifli aynı zamanda da bilgilendirici bir görüşme yaptım ve merak ettiğim soruları sordum. 2010 Yılında kurulan dernek, Bilecik’teki Rumeli Türklerinin kültürlerine sahip çıkarak birlik ve beraberliği misyon edinmiş.Kadın ağırlıklı olmakla birlikte 122 aktif üyeye sahip olan derneğin önceki başkanlarını Sami Erçin, Faik Akarkarasu ve Gönül Karaoğlu oluşturuyor. Dernek hakkında temel bilgileri edindikten sonra dernekte yapılan etkinlikler hakkında bilgi almaya başladım. Geleneksel bahar şenliği  olarak bilinen ve Bilecik’te de yoğun bir şekilde yapılan Hıdırellez etkinleri, derneğin de her yıl rutin olarak yaptığı bir etkinlik. Yunanistan, Bulgaristan, Selanik gibi yerlere yapılan turlar, Balkanlar’a ait yöresel yemeklerin yapılması da derneğin yaptığı etkinlikler arasında. Yakın tarihte Bulgaristan adeti olan “marteniçka” yapımı ile SMA hastası Aydem bebeğe destek olan dernek, güncel olaylara da duyarlılığını ortaya koyuyor.

Ruşen Bey ile yaptığım sohbette kaplarının her siyasi görüşteki üyelere açık olduğunu ve derneğin bağımsız bir yapıya sahip olduğunu belirtti. Sohbetin devamında da Bilecik’teki tüm sivil toplum kuruluşlarının yerel yönetimler tarafından desteklenmesini dileyen Ruşen Bey, derneğin en büyük ihtiyacının etkinliklerini rahatça yapabilecekleri ve üyelerini ağırlayabilecekleri bir “yer” olduğunu belirtti. Yazıma Balkan Türklerinin “yer bulma” mücadelesi ile başlamışken derneğin de en büyük ihtiyacının da “yer” olması biraz manidar oldu.

Sözcüklerin gücüne inanıyorum ve bazı şeylerin daha fazla yazılıp, çizilip, konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Küçüklüğümden beri dedemden dinlediğim anıların aklımda yer edinip peşinden gidince “var olma” mücadelesi ile karşılaştım. Bu mücadelenin yeniden hatırlanması için bu yazı ile başlangıç yapıyorum. Rumeli’den buralara kadar uzanan yolculukta yitip giden ruhları rahmetle anıyorum…