UĞURCAN

 

Haziran'da yaşanan Temmuz sıcakları… Köylerde hemen hemen herkes tarlada çalışıyordu. Harman zamanını müjdeleyen Ağustos Böcekleri'nin sesiyle köy yolunda ilerliyorduk ve küçük bir yerleşim yerine varmak üzereydik.
Birilerinin bizi karşılayacağı ümidimiz yoktu.
Gitme nedenimiz, Osmanlı döneminde bize meslek olarak öğretilmiş ipek böcekçiliği bakımı ve ipek üretimi.
Ulaştığımız köyün meydanına indik ve birilerini görebilir miyiz? ümidiyle etrafımıza bakındık.
Sıcaktan bunalmış bir köpek yavrusu, derin bir ceviz gölgesinin altına uzanmıştı. Bizi hissetti, başını kaldırdı, sıcaktan gözlerini zor açtı, hırladı. Sonra aynı uyuşuklukla, sararmış çimlere başını yatırdı ve uykusuna devam etti. Hala, etrafta hiç kimse görünmüyordu.
Bir anda, kerpiç bir evin köşesinde, tekerlekli sandalyede bir çocuk gördüm; o da bizi görünce panikledi, önce tekerlekli sandalyesini dengeleyemedi, bulunduğu yer çok tümsekli bir yerdi ve geri gitmek istedi, küçük bir yokuş onu bize doğru istem dışı sürüklüyordu. Küçük çocuk ellerinin var gücüyle benim ''Merhaba'' sözcüğümden kaçmaya çalışıyordu.
Bu sözcüğün anlamı her ne kadar ''benden sana zarar gelmez'' olsa da faydası olmadı. Bizden saklanma çabaları sonuç verdi, bakışımızdan kayboldu.
Onun peşine düşmedim, tekerlekli sandalyesindeki boğuşmayı gördükten sonra içim bir hoş oldu ve olduğum yerde donup kaldım. Köy kahvesine oturduk ve beklemeye başladık, birileri mutlaka gelecekti.
Cuma saati idi ve ezan sesiyle birlikte, cemaat toplandı. Köy meydanı insan doldu. Onlarla birlikte gözden kaçırdığım minik çocuğu da gördüm. Mevcut olan hane halkı, cuma namazı için saf tuttu.
Namaz'dan sonra köy meydanında salkım saçak söğüt ağacının altında muhtar ve azaların yanında, genç kızlarla ve erkekler de sohbetimize katıldı. Hem çaylarımızı içtik, hem tanıştık.
Ben, tekerlekli sandalyede olan minik çocuğun yanına yaklaştım ve birkaç soru sormak istediğimi dile getirdim.
''Olur ''dedi.
Yanına çöktüm, zeytin rengi gözlerinin içine baktım. Gülüyordu gözlerinin içi.
Sorularıma da küçük gülücükler saçarak cevap veriyordu; "Benim adım Uğur, ama köyde bana Uğurcan diyorlar.
Verilen her işi ve sorumluluğu yerine getirdiğim için, ''can'' ismini taktılar.
Uğurcan hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın? soruma Ben hiç okula gidemedim, okula giden ablamdan, okuma yazmayı öğrendim ve bugün her türlü haberleri bilgisayarımdan takip ediyorum".
Yutkundum, bir anda nasıl davranacağımı bilemedim, soru sormaktan vazgeçme noktasına geldim. Tıpkı onun bizi ilk gördüğü anda kaçtığı gibi, bir anda kaçmak istedim.
Derin bir nefes aldım ve; "Uğurcan, seninle ilgili bir yazı yazacağım ne yazmamı istersin?"
"Köydeyim, burada arkadaşlarım var, onlarla konuşuyorum, iyiyim. Kuran kursuna gidiyorum. Birazcık ayaklarım acıyor,'' dediğinde Ayaklarına baktım, ayakkabısı yoktu ve acısını görmek istercesine bakışlarım, ayaklarında kaldı.
Çocuk anlatmaya devam etti.
Bir yıl önce gittiğim rehabilitasyon merkezi kapandı ve tedavime devam edemiyorum. Bundan dolayı da çok kilo aldım. Fakat benim için sorun değil, sadece, o merkezin kapanmasını istemezdim, çok özlüyorum, bana çok iyi geliyordu, çok ilgileniyorlardı"
Bir çaresizlik duyumsadım, birlikte bir şeyler yapabiliriz düşüncesiyle hayallerini sordum.
"Hayal ettiğin bir şey var mı?"
"Benim hiç hayalim yok. Çünkü bu köyden başka gidecek yerim yok ve bu arabamla da gitmek çok zor ve tekrar merkezi anlatmakla devam etti.
"rehabilitasyon merkezim de kapandı"
"Bilgisayarda internetten ülkemizde ve dünyada olan haberleri okuyorum.
Okula da gitmek istiyorum; ama nasıl olacak, on üç yaşıma geldim ve okul yüzü görmedim."
"En çok hangi dersi merak ediyorsun."
''Matematiği çok seviyorum, bakkalın bütün hesaplarını ben tutuyorum.
Rakamlarla aram çok iyi'' dedikten sonra yüzünde ki o gülümseyişi görmeliydiniz, dünyalara bedeldi. Yaşamı paylaşma gülümseyişi.
Bir iş yapıyor olması, almaktan ziyade, toplumda yararlı biri olarak, üretken birinin mutluluğu idi.
On üç yaşında, sevimli ve bir o kadar hayatta ne isteyeceğini ve neyin imkansız olduğunun hesabını yapmış bir çocuk. Bu durum ona somut bakmayı öğretmiş hayallerden uzaklaştırmış gibi.
***
Bu köye İpek Böcekleri için gelmiştim. Onlarla ilgili çalışmaların nasıl yapıldığını incelerken beyaz kozaları çalılardan ayıklanıp sepetlere dolduruluyorduk ve bir sonra ki aşamada, ipleri çekilecekti ve güzel bir ipek kumaş haline gelecekti. ''İpekler içinde bir hayatı'' düşünemiyordum; çünkü "Başkalarının mutluluğundan kendine pay çıkaran insan, en mutlu insandır.''
Sizi bilemem, ben böyle biriyim.
Aklım sürekli Uğurcan'da idi.
Şimdi siz bana, Uğurcan nerede yaşıyor soracaksınız?
Desem ki şu köyde.
"Yardım eli uzatacaksınız.
Tabi ki onlar; bir engeli aşmak için tıpkı o kozalar gibi bizim el uzatmamızı umut ediyorlardır; ama bilmelisiniz ki onlar her yerde, etrafınıza bakmanız yeterli. Hangi köy, hangi beldede ne fark eder? Uğurcanlar bizim özel arkadaşlarımız olup; hayallerini paylaşmak, belki hayallerinin bir parçası olmak, topluma aktif bir biçimde iştiraklarını sağlamak, inanın ki büyük bir başarımız ve mutluluğumuz.
Ya da;
Bir gölgenin altında bekleyip, hayatımızı yaşayalım.
***
Bu yazımın sonunu Şeyh Edebalı'nın çok anlamlı sözüyle bitirmek isterim "Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana''
 
Sevcan Akıncı


E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir