VEFATININ 99. SENE-İ DEVRİYESİNDE TARİHÇİ YAZAR MUSTAFA TURAN’IN SULTAN II. ABDÜLHAMİD HANLA RÖPORTAJI

featured

” II.  Abdülhamit Han bir hükümdar olarak, sadece pederi Sultan Abdülmecid’den değil, Yeniçerileri ortadan kaldıran cesur ıslahatçı büyük pederi Sultan II. Mahmud ve Osmanlı tahtına çıkan diğer cedlerinden de üstündür. Halkın refahı için yorulmak bilmeden çalışmaktadır.   Savurganlığa son veren tutumu ile Türk maliyesini ıslah etmiş ve ülkeyi baştanbaşa demiryolu ağı ile döşemiştir…Çok uzun süre Türk tarihçiler ekolü, Sultan II.Abdülhamid’i aşağılamaya çabaladı… Gözden düşürdüğü insanlar, intikam alanlar, inkılâp yanlıları vesaire… Ama hiç olmazsa, ona itibarını iade edecek yeni bir eğilim ortaya çıkıyor.”              Evet, bu tespitler biz tarihçilerin de katıldığı yabancı yazarların değerlendirmesidir.  Hakikaten bir dönem Türk tarihçilerinin çoğu, Sultan II. Abdülhamid’i en acımasız şekilde eleştirirken, bu gün bu yaklaşım yerini daha sağduyuya ve hislerin ötesinde tarihi gerçeklere bırakmış ve  “yanlış hesap Bağdat’tan dönmüş”tür. Genelde tarihçilerimizin kâhir ekseriyeti, artık onun hakkını teslim etmiştir. Bu durum bir nev’i iade-i itibardır.

Bizim bu çalışmamız ve röportajımız da, Sultan II. Abdülhamid Han’a iade-i itibar kabilinden bir çaba olarak değerlendirilmelidir.

Padişahı tahtından indiren Jön Türkler ve İttihatçılar aslında bir avuç insandan ibarettir. Lakin etkilidirler. Etkileri de elbette ki Batı ve bu milletin can düşmanı İngilizler, Masonlar ve Yahudiler gibi onların arkalarındaki güçten kaynaklanmaktadır. Sultan II. Abdülhamid’in büyüklüğü ve dehası da bu noktada ortaya çıkıyor. Bu kadar düşman bir dünya ve içteki işbirlikçileri ile tam 33 yıl başa baş, dişe diş mücadele etmek, öyle her babayiğidin harcı değildir. Şurası bir gerçektir ki, Sultan II. Abdülhamid muhalifleri, Avrupa ve diğer dış düşmanlar tarafından kışkırtılmış, kandırılmış ve kullanılmışlardır. Avrupalılar, onlar üzerinden Osmanlı üzerindeki emellerini gerçekleştirmeye çalışmışlar, ne yazık ki bunda başarılı da olmuşlardır. İttihatçıların (Enver-Talat ve Cemal paşalar ve diğerleri) muvaffak olup olmadıklarını tarih değerlendirmiştir. Elebaşlarının üçü de koca bir devleti yanlış ve kötü yönetimleriyle yıktıktan sonra, vatanı ve vatandaşı perişan edip vatandan kaçmak zorunda kalmışlardır. Şu garipliğe bakın ki, 600 küsur yıl şan ve şerefle yaşamış koca bir devleti 10 senede yıkan Jön Türkler ve İttihatçılar

değil de, o yüce devletin yıkılmasını önleyerek ayakta tutan, Sultan II. Abdülhamid suçlu olarak gösterilmiştir.

Sultan Hamid’in bütün suçu Osmanlı’yı yaşatmaktır. Dinine, diyanetine, tarihine, kültürüne, köklerine bağlı olmaktır. Bu yüzden affedilmemiştir hâlâ. Bir gerçek daha vardır ki o da, din ile sorunu olan kesimler maalesef II. Abdülhamid gerçeğini, bilerek saptırmakta ve ona bu yüzden saldırmaktadırlar. Bizim   yerli yazarlarımızın Sultan’a saldırı dozu, insaf ehli Batı yazarlarının fersah fersah ilerisindedir. Eğri oturup doğru konuşursak, artısıyla-eksisiyle tarihimizde iz bırakmış önemli şahsiyetlerimizden biri olan Sultan Hamid’e niçin sahip çıkmıyoruz? Menfaatlerine geçit vermediği için, düşmanların türlü türlü iftira ile kendisini suçladığı gibi, biz de aynı tarzda suçlar “Müsdebit” ve “Kızıl Sultan” diye nitelersek, düşmanlarımızla, özellikle de Ermeniler, Yahudiler ve Rumlarla aynı ağızdan konuşmuş olmaz mıyız? Biz de dünkülerin yanlışına düşmez miyiz?

Sultan II. Abdülhamid Han’ın meşhur bir hatıratı vardır. Biz onu didik didik baştan sona inceledik ve Padişahla bir röportaj yaptık. Necip Fazıl: “Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamaktır” diyor ya, işte biz de bu yöntemle onu daha iyi anlayabileceğimizi ve nesillerimize

de daha iyi anlatabileceğimizi düşündük. Ve bu güne kadar hiç yapılmamış bir şeyi yaparak siz okuyucularmızın hizmetine sunduk. Biz sorduk Padişah hatıratından cevap verdi. Soruların cevabı kelimesi kelimesine Paidişah II. Abdülhamid Han’a aittir. Bu sebeple ona ait sözlerin tamamını tırnak içerisinde verdik. Büyük bir keyifle okuyacağınıza inanıyorum. Bu röportajın tamamını okuduktan sonra, insanlarımız tarafından çok karmaşık gibi görülen, tanzimat, ıslahat,meşrutiyet, Jöntürkler, ittihatçılar, Genç Osmanlılar, Kanun-i Esasi ve 31 Mart olayı, Ermeni meselesi, petrol olgusu, sansür ve jurnalcilik gibi Osmanlı’nın son dönemindeki çetrefilli bütün konular, tarafınızdan birer birer çözümlenecek ve aydınlanacaktır.

Evet, şimdi yaslanalım koltuklarımıza ve Sultan II. Abdülhamid Han’a ilk soruyu sorarak sohbete başlayalım. İsterseniz benim sorduğum soruları  kendimiz soruyormuş gibi tahayyül edelim ve cevapları Padişahtan dinleyelim.

Mustafa TURAN: Sultanım! İlk sorum şu olacak. Sizin hiç taviz vermediğiniz, temel öğelerden biri milli, diğeri de dini kimlik olmuştur. Elbette Osmanlı çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü bir yapıydı. Lakin Zât-ı Âlinizin İslam cemaatleri arasında en güvendiği unsur Türklerdi. Bu yüzden dış Türklerle yakından ilgilendiniz.  Bu bağlamda Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas etmek üzere resmi vazifeyle Orta Asya’ya gönderdiniz.. Peşte toplanan Turan Kongresine de sizi yine Süleyman Efendi temsil etmişti. Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran Şahı nezdinde teşebbüse geçerek Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağladınız. Türk unsurunun kuvvetlenmesi için çalışılması gerektiğini savunuyor ve Anadolu’nun Türk’ün son sığınağı olduğunu söylüyordunuz.

Ecdadınızın ilk yerleşkesi Söğüt’ü yeniden imar ettiniz. Buradaki Türk büyüklerinin türbe ve mezarlarını tamir ettirdiniz. Bir Mekteb-i Sıbyan ile Mekteb-i Etyam (Yetimler Mektebi) inşa ettirdiniz. Bilecik’te bir saat Kulesi, Hükümet Konağı ve bir de şu an hâlâ kullanılmakta olan Bilecik Belediyesi binasını yaptırdınız.  .

Ertuğrul Gazi’nin aşireti olan Bilecik yöresindeki Karakeçili aşiretinden ikiyüz kişilik bir Maiyet Bölüğü ve “Ertuğrul Hassa Alayı” nı kurdunuz.1905 yılındaki Yıldız Camii önündeki bombalı saldırıda bu Türkmenler sizi korurken etrafınızda etten bir duvar örmüşlerdi. Bu alaydan bir yüzbaşı her gece sizin odanızın kapısında nöbet tutuyordu.

Sultanım!  Özetle şunu sormak istiyorum. Milyonlarca kilometre kare toprağa sahip koca Osmanlı ülkesinde Bilecik yöresine bu derece önem vermeniz ve orada yaşayan insanlara bu denli güvenmenizin sebebi nedir?

  1. ABDÜLHAMİD HAN: (Çünkü) onlar benim özhemşehrilerimdir.”

Mustafa TURAN: Hünkârım! Biz çocukluğumuzda size düşman olarak yetiştirildik. Ben üniversitede Tarih okuyunca sizin gerçek değeriniz ile dehanızı idrak ettim ve bu millete sizi bütün yönlerinizle anlatmak üzere,

hakkınızda bir kitap kaleme aldım. Sizi araştırırken hatıratınızdan çok istifade ettim. Sorum şu olacak: Hatıralarınızı niçin kaleme alma gereği duydunuz?”

  1. ABDÜLHAMİD HAN:“Sultan Hamit, otuz üç yıl, dünyanın gözü önünde yaşadı. Ne yaptıysa, ne ettiyse, herkes gördü, herkes kendisine göre değerlendirdi. Ben, yanlış anlaşılacağım için bunları yazmıyorum; tarihe kolaylık olsun diye yazıyorum. Ne ben, ne onlar tarihi değiştiremeyiz. Tarih hükmünü verecektir. Fakat onların (İttihatçıların) bu korkuları, kendilerini daha bugünden ele vermiş oluyor. Rabbim insanları, kendi vicdanları ile cezalandırmasın!.. Bu, cezaların en büyüğüdür! 33 yıllık saltanatımda öyle hadiseler geçmişti ki, bunların iç yüzünü yalnız ben biliyordum; veya benim çevremde bir kaç kişi..

Ben yazmaz, onlar söylemezlerse, tarih bu hakikatleri nereden öğrenecekti. Fakat bugün, ülkemin içine düştüğü faciayı görüyorum. Ordumuz bozgun halinde payitahta (başkent) çekiliyor. Bütün İmparatorluğu, bir daha ele geçmez şekilde kaybediyoruz. Bu mağlubiyetin müsebbipleri var, hainleri var, suçluları var, yardakçıları var… Bunlar kendilerini tarihin adaletinden, milletin husumetinden kurtarmak için beni suçluyorlar. «Bu yangını Abdülhamid bıraktı» diyorlar. Koskoca bir ülke kaybetmenin acısı içinde çırpınan vatan evlatlarına, her şeyi doğru görmeleri, doğru değerlendirmeleri için yazıyorum. Kimi suçlayacaklarını bilsinler, kimin yakasına yapışmak gerektiğinde şaşırmasınlar diye.. Tarihin hükmünü beklemeden, dosdoğru düşünebilsinler, bir daha ne yapmaları gerektiğini idrak etsinler diye.. Bir Osmanlı Padişahı ve Halifesine bomba ile kast eden Ermeni kundakçılarını alkışlamayı vatanperverlik sayan münevverleri görünce, kim olduklarını tanısınlar diye… Hiçbir namuslu Ermeni, padişahına kast eden eli bombalı ırkdaşına «şanlı avcı» diyecek kadar hayâsız olmamıştır!

Üzerime yağmur yerine iftiralar yağıyor. Sait Paşa bile, vicdanının kara mürekkebine kalemini bandırıp beni karalamaktan çekinmezse, ben elbette hakikatleri yazacağım. Kimseyi ne suçluyorum, ne kendimi müdafaa ediyorum, sadece hakikatleri yazıyorum. Her şey anlaşılsın, her şey bilinsin diye.. .

Allah’tan ve tarihten saklanacak bir şey yoktur!. Ne kadar saklansa, ne kadar örtülüp gömülse bir gün bütün teferruatı ile ortaya çıkar. Benim gibi, otuz bu kadar yıl Osmanlı Devleti’ni idare etmiş bir Padişah, kendisi için zehir gibi acı bir hakikat da olsa, bildiklerim ortaya dökmelidir.”

Mustafa TURAN: Sultanım! Söyleşiye müsaadenizle çocukluğunuzla devam etmek istiyorum. Babanız Abdülmecit Han sizin için “içli bir çocuk” diyor. Siz babanızı 19, annenizi de 10 yaşında kaybettiniz. Anneniz hakkındaki duygularınızı alabilir miyiz?

  1. ABDÜLHAMİD HAN:“Zavallı anneciğim pek genç yaşında gitti. Hayali daima gözümün önündedir. Onu hiç unutamadım. Beni çok severdi. Hasta olduğu müddetçe karşısına oturtup yüzüme bakmakla iktifa ederdi. Öpmeye kıyamazdı. Allah rahmet eylesin.”

Mustafa TURAN: Siz şehzadeliğinizde iyi bir eğitim aldıktan sonra, bir çiftlikte tarım ve hayvancılıkla uğraştınız. Çiçekler yetiştirip ticaret yaptınız. Padişah olmasaydım iyi bir tüccar olurdum” sözü size aittir. Bununla ne demek istediniz?

  1. ABDÜLHAMİD HAN: “Çünkü ben biraderlerim gibi avare yaşamaz, oturmaz, dinlenmez, çiftliklerimde çalışırdım. Çocukluğumdan beri ciddi bir tabiatım vardı. Oyun oynamayı sevmezdim. Daha pek küçük yaşımda beşeriyetin mevcudiyetine dair ciddi mevzular üzerinde düşünmeye başladım. Gençlerimiz, memur, asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar. Neden hiçbir Osmanlı büyük bir tüccar, mahir bir zanaatkar olmayı düşünmüyor? Ben de marangozluk sanatı ile meşgul olduğumdan, halka iyi bir numune sayılırım. Şimdiye kadar böyle çalışmaya alışmamış olmamız çok yazık. Bu tarz alışılagelmiş düşüncelerden kurtulmak çok güç olur.

Ah! Eğer ben serbest olsaydım, hem bir sanayi mektebi açardım. Yıldız’da yaptığım gibi küçük bir fabrika (çini ve demir fabrikası) tesis ederdim. Gençlere marangozluk, tornacılık,

demircilik öğretirdim. Ben böyle az adam mı yetiştirmedim… Ticaret ve sanayi kalkınmayı kimse düşünmüyor. Rumlar’ın, Ermeniler’in ticareti memlekete şeref getirmiyor ve hiçbir ilerleme olmuyor. Fakat bizim efendilerde de hiç ticaret arzusu yok.”

Mustafa TURAN: Siz 20’ye yakın etnik topluluğu bir arada yaşatmanın formülünü Pan-İslamizm de görürken, Genç Osmanlılar (Jön Türkler) ise, Osmanlı’nın Batı karşısında geri kalmasının İslam’ın kendisinde gören bir düşünceye sahiptiler. Dolayısıyla sizin muhaliflerinizin islamla da sorunları vardı. II. Meşrutiyette meclis başkanı olan Ahmet Rıza Bey’in yemin merasiminde Anayasanın bir hükmü olan “Allah” lafzını kullanmayı reddetmesi buna sadece bir örnektir. Onlar İslam’a inanacaklarına, ancak Batı pozitivizmini ve sekülerizmini Osmanlı’ya hâkim kılarak kurtuluşa erileceğine inanıyorlardı. İnanıyorum ki, siz ile Jön Türkler ve İttihatçıların esas mücadelesinin temelinde bu keyfiyet yatıyor. Aslında halk dinine ve milli değerlerine son derece bağlıdır. Sizin devriniz biraz da bugünküne benzemektedir.

Alman devlet adamı Prens Bismarck sizin için :”Dünyada yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamid Han’da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünya siyasîlerindedir…” demiş. Gerçekten öyle mi? Siyasi dehanızın sırrını öğrenebilir miyiz?

  1. ABDÜLHAMİD HAN: “Dostlarım beni, yumuşak başlı olmakla, düşmanlarım ise, zalim ve gaddar olmakla suçlar… Her iki taraf da yanılır.. Ben ne bir Yavuz Selim Han idim, ne de Yavuz Selim Han’ın ülkesi benim buyruğumdaydı. Ben, doğuştan merhametli bir insanım. Fakat devletin merhametle idare edilemeyeceğini de bilirim. Ne yaptıysam, yapabildiğimdir. Benim tarih huzurunda ve Allah huzurunda hiçbir tereddüdüm yok. Ne yaptıysam, mülkün bekası, ahalinin refahı ve huzuru için yaptım. Kendi duygularımı bir kenara koydum. Bir insanda ateş böceği kadar aydınlık gördüysem, onun kim olduğuna, niyetinin ne olduğuna bile bakmadan, yıldız muamelesi yaptım ve işbaşına geçirdim. Kusurları bağışladım. Bencillikleri hoş gördüm. Vatan haini olduğuna inandığım insanları bile, şahsen suçlamadım, adaletle muhakeme ettirdim. Hâkimlerin verdikleri cezaları hafiflettim. Bazılarını, «Kul kusursuz olmaz» diyerek bağışladım. Bunu herkes bilmiyorsa, tarih ve Allah elbette bilecektir. Bu noktada hiçbir huzursuzluğum yok…

Ben mütevekkilim. Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Başka bir şeyden korku duymam. Bir hadise olmadan evvel, onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde bulunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem.

…Düşünüyorum. Vatanımın nereden nereye geldiğini düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, on yılda bir avuç toprak haline geldi. ( 1908-1918) Vebali kimin?.. Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar?. Vatan elden gittikten sonra..

Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlı’nın bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti.

Otuz bu kadar yıl tahttan uzaklaşmamak için çalışmışsam, bunun içindi!. Saltanatım günlerinde bazı büyük devletlere tavizler vermişsem, bunun içindi. Donanmayı Halic’e

kapamış, talime dahi çıkarmamışsam bunun içindi. Girid’i İngilizlere kaptırmamak için Yunan muharebesini göze almışsam, bunun içindi.. Velhasıl otuz bu kadar yıl ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da yalnız bunun içindi!

Bu sırrı kırk yıl içimde sakladım. Ahfadıma (gelecek kuşaklar) beni tanımaları için anlatacağım. En güvendiğim Sadrazamlarıma bile açmadım. Çünkü sınayarak öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa bunun yabancı devletlerce bilinmemesi, duyulmaması gerekliydi. Osmanlılar, ancak böyle bir fırsatı zamanında ve basiretle kullandıkları takdirde’ kurtulacaklar, yeniden büyük devlet olacaklardı.

Bu kanaate nereden ve nasıl ulaştığımı anlatabilmekliğim için tahta çıktığım günlerde dünyayı ve memleketi nasıl bulduğumu bilmek lazımdır. Ben bu kanaate o günlerde de ulaşmış değilim; Rus muharebesini (93 harbi) kaybettikten ve bu muharebe içinde büyük devletlerin bize bakışlarını yakından gördükten sonra edindim.

Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabilirdik.

Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı, İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı (budur) …”

DEVAMI YARIN…



E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir